2 Şubat 2021 Salı

Lise Öğretmeni Pedersen

                        70'li yıllarda lise öğretmeni olarak gittiği Larvik kasabasında kendini devrimci bir yolda bulan Pedersen'in öyküsünü oldukça ilgiyle okudum. Günümüzde bir çok ideolojinin içi boşalmışken bir zamanlar tutkuyla bir şeylere bağlanmış ve bu yolda gitmiş insanların öyküsü her zaman ilginç gelmiştir. Kendi açımdan her fraksiyona, sendikaya ya da yola hep uzak durdum. Üniversiteye taşradan Ankara'ya gittiğim ilk yıl sudan çıkmış balık gibiydim. Yurtta her çeşit kız vardı. Okulum Gazi olunca zaten belli bir çoğunluğu simgeleyen yola girmiş gibi oluyordunuz. Bahar aylarında yapılan diğer üniversitelerin şenliklerine gittiğimde stand kurmuş taraflı oluşumlara baka baka gezerdik. Onlarda bizimle aynı yaşlarda, aynı şehirde, aynı okullarda okuyan gençlerdi. Ne zaman bu olgunluğa gelmişler de taraf bile olmuşlar diye düşünürdüm. Hatta küçük bir kitap almıştım sol standlardan birinden. Tatilde eve getirmiştim, beni zaten üniversiteye göndermek istemeyen babam kitabı görmüş,  'ne o anarşist mi oldun ' demişti. Meraktan aldığım kitabı incelemiş, polise, mevcut yönetimlere neden karşı çıkar ki insan diye düşünmüş, bir kenara atmıştım.

                     
                                        

                        Öğretmen olduktan sonra da sendikalar bu yıla kadar peşimi bırakmadılar. Zamanla beni tanıyamaya başlayan insanlar çok kitap okuyup akıllıca konuştuğumu görünce hemen sol sendikaların temsilcileri, biraz daha tanıyıp oldukça kuvvetli imanımı fark eden sağ taraf temsilcilerini devreye sokuyorlardı. Girmek istemeyişimin nedenlerini başta anlatıyordum ama artık kimseye bir şey açıklamak zorunda değilim. Çünkü hiç bir yere ait olmak istemiyorum. Hele insan işin içinde olduğu zaman tüm oluşumlarda eninde sonunda nefrete doğru giden kamplaşmaların olduğunu görüyordum.

                          Dag Solstad'ın kitabını okuduğumda Norveç gibi bir çok yönden gelişmiş ve ferah ülkede bile devrim adına, işçi hakları adına, adil düzen adına toplanmış insanların on yıllık süre sonunda savundukları bir çok şeyin nasıl da paramparça olduğunu, bireylerin hayatlarının kendi içlerinde bile anlamsız hale geldiğini, ellerinde  hiç bir değerin kalmadığını gördüm. Devrimci Pedersen'in  bile kendini bu yolda bu kadar paralamasına rağmen  parti içinde kendini maymuna benzetiyor, yaptığı onca eylemden tatmin olmuyor, arkadaşları bile  parti yolunda yaptıklarını değersiz sayıyorlardı kitapta, Sosyal adalet, eşitlik, emek uğruna savaşanların  işlerini güçlerini bırakıp fabrikalara işçi olarak girip gövde gösterisi yapmaları, emek kavramının yalnızca buralarda işçi olmakla anlam bulacağına inanmaları, Norveç gibi  bir ülke de bile kendilerini bir türlü anlatamamaları, sattıkları gazeteye bir aboneyi bile ikna edememiş olmaları, aynı ülkülere sahip insanlar içinde dahi anlaşmazlıkların çok olması işe yarar bir sonucun çıkmayacağını gösteriyordu. Pedersen'in kendisinden ateşli devrimci arkadaşı Werner Ludal, on yıl gibi bir süre kendini partiye adadıktan sonra kopuşunu şöyle açıklıyordu kitabın sonlarında;

'' İlaveten sosyalist ülkelerde yaşayan işçilerin yaşam standartlarının kendisininkinden daha yüksek olduğuna inanmıyordu. Çünkü diğer faktörlere ek olarak sosyalist ülkelerin ekonomisi çok daha bozuktu, yoluna koymak da pek mümkün görünmüyordu. Örneğin Sovyet Sosyalist Cumhuriyet Birliğinde 63 yıllık sosyalizm deneyimine rağmen halen mal sıkıntısı çekiliyor, kentle kırsal kesim arasında büyük farklar bulunuyordu. Werner'in bütün bu söyledikleri sosyalist ülkelerin ortak karakteriydi. Bu ülkelerin tümünde aynı şey görülmektedir. Tepeden yönetim. Bilgi edinme özgürlüğünde sınırlamalar. Adil yargılamada ve yargıya duyulan güvende azgelişmişlik. Gücü elinde tutanların sahip olduğu büyük imtiyazlar. Egemen görüşlerden farklı düşünmeyi isteyen işçi ve entelektüellerin özgürlüklerinin kısıtlanması. Hantal ve randımansız bir ekonomik sistemin sonucu olan düşük yaşam standartları. ''

    İnsanın olduğu yerde ego vardır, sosyal adalet yoktur, eşitlik yoktur, Söz de bir çok şey söylenir, ideolojiler  kurulur, olması gerekenler yıllarca anlatılır ama iş eyleme gelince bir iki kişi bu yolda heba olur ama sonuçta filler tepişir çimenler ezilir. Dünya da eşitsizlik gerçeği var ne yazık ki. Bir de erki ele geçirenin hangi tarafta olursa olsun tüm prensiplerini bir köşeye koyup işine geleni yapma gerçeği var.  Milan Kundera Komünistler kapitalizmin evriminin proletaryayı gitgide yoksullaştıracağına inanmışlardı. Günün birinde bütün işçilerin işlerine arabayla gittiğini keşfedince, gerçeğin hile yaptığını haykırmak arzusuna kapılmışlardır. Gerçek, ideolojiden daha güçlüydü. İşte tam da bu anlamda imagoloji ideolojiyi geride bırakmıştı… İdeolojiler tarihe aitti, tarihin bittiği noktada imaj yapımcılarının yani imagolojinin devri başladı.” der.

                         Farklı bir kitap Suyu Arayan Adam 'ı okumanızı tavsiye ederim. Şevket Süreyya Aydemir Turancılık ideolojisiyle yola çıkıyor bu dünyanın farklı bir coğrafyasında. Neler mi oluyor , mutlaka okumalısınız, yaşananları görmelisiniz. Onun  da lise öğretmeni Pedersen'den farklı olmuyor akibeti...



   








 

4 yorum:

  1. Ben üniversite yıllarımda sosyoloji okuyor olmanın etkisiyle sanirim örgütlü toplumun gücüne inanırdım. Şu an bir sendikam da var. Ama okumalarim, gözlemlerim insan nefsinin devreye girdiği her yerde kaosun da beraberinde geldiğini gördüm. İdeolojik körlük dedikleri şey insanın algısını bozuyor ve sonuç kaos. Malesef

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Örgütlenmenin gücüne, demokraside olması gerektiğine, bir çok çarkın dönmesine
      katkıda bulunacağına sonuna kadar inanıyorum. Ama bilirsin
      eğitimde ki sendikalar çok siyasi. sen olmasan bile girdiğin sendikayla
      etiketin oluşuyor. bu yüzden bir şeylere reklam aleti olduğumu
      hissetmek istemiyorum. belki de çok keskin taraf olmalarım olmadığından.
      hiç bir grubun da hoşlanmayacağı bir tip olarak çıkıyorum sonuçta
      işin içinden. varsın böyle olsun :)

      Sil
  2. Yazıya bayıldığımı belirtmeliyim önce; farklı bir duruştan, içeriden biri olarak aynı noktada olduğumuzu, benzer eleştirileri yaptığımızı görmek hoş. Bir ideolojinin asıl felesefesini görüp oradan bakarak doğruluğuna inanmak ve taraf olmakla onun farklı karakterler tarafından hayata geçirilmiş pratiklerini eleştirmek, felsefenin yanlış olduğundan öte insan egosunun uygulama esnasındaki tutumudur. Hayat, insan, ideolojiler zamanla evrilen şeylerdir ve sonuçta bu verimler; başta kuzey ülkelerinde olmak üzere bir çok Avrupa ülkesinde temelini bir ideolojiden alan, oyla iktidar hesapları yapan Sosyal Demokrat partileri oluşturmuştur, ve o ülkelerin her birindeki -yerleşik- demokrasi gelenekleri sonuçta insan eliyle, yani oyla birini götürüp öbürünü getirebilmiştir. İnsan var olduğu sürece farklı fikirler olacaktır ve olmalıdır da zaten, yeterki ülkelerin yönetenleri kendi inandıklarını kutsayarak, farklı ifade sahiplerini, -şiddete başvurmadıkları sürece- hasım görüp "yüksek seçim barajlarıyla" önlerine engeller koymasınlar; elbette savunulan gerçek manada bir demokrasiyse... Çünkü mükemmelin ne olduğunu henüz bilmiyoruz:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok doğru. dünya da insan olduğu sürece bir çok görüş ve ideoloji olacaktır. Bence
      tutunduğun yolun yalnızca onun doğru olduğuna körü körüne inanıp diğer seslere
      kulak tıkamak yanlış. ama ne yazık ki sonuç hep de öyle oluyor.

      Sil

Diğer Ev

                                  Rachel Cusk adını nerede gördüm hatırlamıyorum ama ilk kez okumak üzere iki kitabını satın aldım. Diğer ...