Görev yaptığım köyü devamlı anlatıyorum biliyorsunuz. Annem ne oldu sana, küçükken götüremezdik seni köye, nefret ederdin diyor. Sanırım yaşlandım, duygusallaştım, insandan bıktım, tek çarenin doğaya kaçış olduğunu anladım nihayet. Belki de Virgina Woolf'un Dışa Yolculuk'ta yazdığını kavradım artık.
“herhalde tek yapılması gereken, bunu kabullenmek.”
“Neyi?”
“Dünyada konuşmaya değer beş kişiden fazlasının hiçbir zaman olmayacağını.”
Şimdi kızıma bakıyorum ve aynı şeyleri onda görüyorum. Köy hayatını,doğayı hayvanları sevmiyor, ilgisini çekmiyor. Sabırlı olmalıyım diyorum onun da zamanı gelecek..
Neredeyse 4 yıldır bu köy okulundayım. Doğayla iç içe geçen iş saatlerim yönünden çok şanslıyım. Her mevsimi ayrı güzel olan köyümüzde şu sıralar yaz günlerini yaşıyoruz.
Etrafın görünüşü. Sanki Karadeniz yaylalarındayız..
Bu iki hafta boyunca velilerimize davetliydik. Her velimiz çok saygılı. Şehirde ki veli profiliyle çok büyük fark var. Çünkü ikisini yaşadım. Gittiğimiz her evde çok içten karşılandık.
Bahçelerin hepsinde dizi dizi saksılar, çeşitli bitkiler dolu. Zaten doğanın güzelliğinin en çok gördüğümüz zamandayız.
Bağlarda inekler, koyunlar..
Kahvaltı sofralarında uzun uzun oturduk..
Gittiğim evlerden birinde öyle güzel bir köşe vardı ki. Oraya oturup uzun süre kalkmadım. Hatta bir anda fırtına geldi, hava karardı şimşekler çaktı. Çok severim böyle havayı. Bu köşede oturup seyrettim uzun uzun.
Yağmur durunca erik ve dut topladık.
Başka bir gün gittiğimiz köyde ki ev. Burada da ağaçların altında sıcak ama esintili bir havada uzun uzun oturduk.
Dallarda salkım salkım erikler...
Altında piknik yaptığımız erik ağacı.
Ve köyümüzün manzarası..