İki hafta geçti yazmayalı, zaman acımasız ve artık ucundan bile tutamıyoruz. Düne baktığımda yaşamamışım gibi geliyor. Ya da bunları ben mi yaşadım, hangi ara oldu duygusu çok baskın. Güzel ve arka arkaya geçen günlerden sonra bunları yazmak için oturduğumda son çektiğim fotoğrafa baktım ve o an hissettiklerimi düşündüm. Uçsuz bucaksız, günbegün hatta her saat şekilden şekile giren şu gökyüzü insanı nasıl da etkiliyor. Neden başımızı kaldırıp yukarı bakmaya ihtiyaç duyarız ki? Neden derin bir soluklanma anında gözlerimiz maviyi arar?
Bilge insanlar daha iyi biliyor bunun nedenini. İmam Gazali göğe bakmanın faydalarını sıralamış ki şöyle;
1-Vesveseleri azaltır.
2-Hüzün ve kederi azaltır.
3-Korku vehmini giderir.
4-Allah’ı hatırlatır.
5-Kalpte Allah’ın büyüklüğünü yayar.
6-Kötü düşünceleri giderir.
7-Karamsarlık hastalığına iyi gelir.
8-Âşıkları teselli eder.
9-Sevenleri birbirine alıştırıp yakınlaştırır.
10-Ve o, duaların kıblesidir...
Peygamber efendimizin (a.s) '' sevinince toprağa, üzülünce göğe bakın, Yerde Tevazu, gökte ferahlık vardır.'' hadisini de çok severim. Yeşili de çok severim; huzur, dinginlik,mutluluk, iç sesini dinleyiş yeşilin içinde olmakla gerçekleşir. Devamlı oturduğumuz evin bahçesi de çok güzeldir,kaktüslerim artık ormana döndü ki çok memnunum.
Güzel bir bahçeye sahip olmak için çok çalışmak gerekiyor. Hele şimdi sonbahar olunca yapraklar çok fazla dökülüyor, eğer süpürmezseniz çamur oluyor. Evde ki işim yetmezmiş gibi bahçeyle hatta iki bahçeyle uğraşmak hem zor hem de zaman alıcı.
Biliyorsunuz ara tatildeydik. Hava da çok güzeldi tüm tatil boyunca. Bir gün bisikletimizi alıp sabah kahvaltı yapmaya yan sahil beldesine gittik. Ama daha yeni yola çıktığımız gibi sırayla hem eşimin hem benim bisikletimin lastikleri patladı. Yakında ki tamirciye gidip zamanımızın çoğunu orada geçirdik ne yazık ki. Ama bu beni caydırmadı -ki eşime kalsa eve geri dönecektik- yine de gittik. Hava o kadar tatlıydı ki anlatamam. Yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri bu sefer denizin tam üstünde yedik, iskelede oturarak karaya bir de o noktadan baktık. Sımsıcak güneş de öyle iyi geldi ki.
Eve dönüp bir de kurabiye yaptım.
Başka bir gün yine kahvaltı için bisikletle yola çıktık. Bu sefere bir çay bahçesinde getirdiğimiz kahvaltılıkları yedik. Sabah çayıyla deniz nasıl güzeldi anlatamam.
O sırada anneme manzaramızın fotoğrafını gönderince o da yeni kalktığını, babamın ona süpriz kahvaltı hazırladığını yazdı ve bana fotosunu gönderdi. Babam son iki yıldır böyle anneme yardımcı oluyor aman nazar değmesin.
Sabah kahvaltısında beraber sonra ki saatler de ayrı tv lerde ayrı programları seyrettikleri zamanlar..
Kızım üniversiteye gidince çalışma odası boşa çıktı. Salonumuzda oturuyorduk ama kış sezonunda doğalgaz faturasını düşürmek için bu odaya geçtik. Salonu kapattık, yeni odamız kutu gibi hem. Fazla işten de kurtulacağımız için çok seviniyorum. Akşam yemeğinden sonra kitabımı aldığım gibi bu köşeye geçiyorum. Türk kahvemi de hemen getiren eşinme minnettarım :)
Ama şunu da ayrı bir post olarak yazmam gerekir ki emekli olmuş adam psikolojisi diye bir şey var. Hesaplarıma göre çalışmayan, emekli olan taraf ben olacaktım biliyorsunuz, ama kader işte. Artık emekli olmuş ve aslında yaşına göre çalışması gereken erkekle yaşam evresinde biz de yeni bir dönemde bulunuyoruz, Allah sonumuzu hayretsin!
Bağ evimizde geçirdiğimiz zamanlar çok güzel. Hatta ara tatilde orada da kaldık biraz. Eşime hediye sarı lastik çizme aldım, çamurda rahat çalışsın diye :) Aslında bağ, bahçe işlerini seven taraf sadece biri oluyor gözlemlediğim kadarıyla evliliklerde. Hatta daha çok erkekler istiyor dağda bayırda zaman geçirmeyi, kadınlar bıkmış tabi yıllardır ev işi, çocuk yetiştirme, bir de böyle köye gideceksin bir çok hayatı rahatlatan şeyden mahrum kalacaksın, yaşamak istemiyorlar normal olarak tüm bunları. Bizim evde ise durum tam tersi; eşim hiç sevmez bahçe işlerini. Zaten bel fıtığı var, durumu kötüleşecek diye çalışmak da istemez. Bu işler hep içten gelen bir istek. Ya vardır ya yoktur, ben de var onda yok.
Ama eşimle hiç bu konularda anlaşamamıza rağmen sırf ben seviyorum, istiyorum diye işlere ortak oluyor.
Ben de üç saat çalışmaktan sonra yarım saat doğayı seyretmeyi, bir kahve içmeyi, dinlenmeyi çok seviyorum.
Ara tatilde hava durumunu gözlemleyerek haftasonu Abant'a gitmeye karar verdik. Annem, kızım ve eşimle yola çıktık. Ara tatil olduğundan bu bölgede bir çok yer dört kişi için oldukça pahalıydı ama Vonresort Abant diye bir otel bulduk ve fiyatıyla uygun geldi. Hem sabah akşam yemek de dahildi. Biraz çekinerek de olsa gittiğimiz otelden çok memnun kaldık. İki katlı villalardan oluşuyor, 4 kişi rahat rahat konakladık. Yemekleri de oldukça yeterli ve lezzetliydi.
Ailemle anılarıma bir gün daha eklendiği için çok mutluyum..
Abant'a ilk gidişimiz ilk değil tabi ki. Neredeyse tüm mevsimlerde gelip gezmişizdir. Bize olan yakınlığı, doğası, gölü, soğuk havada gezintiden sonra sımsıcak bir otelin lobisinde içilen kahvesi, köylülerden yapılan alışveriş ( kestane, bal, erişte, kekik, nane ) çok güzel anılar bunlar.
Eve dönüş yolumuzda Sapanca'ya uğradık. O gün aşırı bir yağış vardı, Sapanca'da gezmeden Lulus cafe de mola verdik. 20 kasım evlilik yıldönümüz ve bunu kutladık ailemle bu sene. Gönül isterdi babamda gelsin bu seyahatlerimize ama onu evden çıkaramıyoruz.
Pasta kahve eşliğinde neşeli bir saat geçirip yoldan meşhur Eşme ayvalarından alıp eve döndük.
Bu hafta boyunca iki isme taktım. Aki ve Auster. Aki Kaurismäki sinemasından seyretmediğim Proletarya Üçlemesini izledim hafta boyunca. Eşim bile sonunda hadi aç şu finlandiyalı işçileri de bakalım yine dertleri var demeye başlamıştı. Bu üçleme sırasıyla Shadows in Paradise (1986), Ariel (1998) ve The Match Factory Girl (1990) filmlerinden oluşuyor. Daha önce aslında Kibritçi Kız'ı izlemiştim ama sanırım tekrardan ele aldım Aki'yi.
Siri'yi ( Paul Auster'in karısı ) okuduktan sonra yıllar önce bir kaç kitabını okuduğum yazara sıra geldiğine karar verdim.
Paul Auster'i lise son, üniversite başlarında okuduğumu hatırlıyorum. Kütüphaneden iki kitabını buldum. Kış Günlüğü yazarın anıları, yaş aldıkça yaşadıkları. Bu türü zaten sevdiğim için çok seri okudum. Görünmeyen güzel kurgulanmış, dili akıcı, Auster dili işte daha ne olsun. Ama çok rahatsız olduğum bir konu var kitapta da ele alınan ve ballandıra ballandıra anlatılan. Abi kardeşin ensest ilişkisi. Son yıllarda cinsellik adına önemli adımlar attık(!) Herkes her istediğini, hissettiğini yaşasın, duygular, güdüler engellenmesin, cinsiyet farkı da neymiş iki cinsle niye sınırlandırıyoruz hayatı falan filan derken ipin ucu kaçtı, artık romanlarda, filmllerde bir çok değer yıkılıyor, normalleştirilmeye çalışılıyor. Auster tamam kurgusunda insanoğlunu en zayıf yerinden yakalayıp sarsıp adını daha çok duyurmak için yapmış bunu bence. Bir çokları gibi. Ama artıksanat adı altında yapılan çoğu şeyden rahatsız oluyorum ve bu özellikle biz kadınların aleyhinde.
Off yazacak söyleyecek çok şeyim, karşılıklı olsak anlatır anlatır dururum ama yoruldum bu dünyanın kötüye giden yollarından, iyiye işaret etmeyen her işinden.
Kitaptı, okuldu, evdi derken bir haftayı daha geride bıraktık. Hadi kalın sağlıcakla !