İnsanlar doğar, yaşar ve ölür basitliğinde hayatı ele alamadım hiçbir zaman...Birçok kişi tarafından ( belki de sağlıklı olan bu ) kabul edilen yaşam ve ölüm ikilemini fazladan kafa yorarak ele alıyorum. Şöyle bir durup düşününce yaşamı, yıllarca sağlanan bir bedel ,sonrasında da amansız bir sonuç olarak görüyorum..Tamam çok kasvetli bir yorumlama bu . Ara sıra okuduğum kitaplar da bu düşüncelerimi pekiştiriyor.
Bunlardan biri David Rief'ın annesinin ölümü üzerine yazdığı kitap..Ölüm Denizinde Yüzmek..Bildiğiniz gibi annesi de Susan Sontag. ABD 'li deneme ve roman yazarı, kuramcı, eleştirmen ve
insan hakları savunucusu..Susan sontag kitaplarını büyük bir zevkle okumuşumdur. Hele fotoğrafçılıkla uğraşan herkes On Photography/
Fotoğraf Üzerine adlı kitabını mutlaka okumalıdır..
Oğlu David'in ölümüyle ilgili yazdığı kitaba dönersek, Hastalığı öğrenmelerinden bir gün öncesinden başlayan aslında bir nevi David'in, annesinin hastalığı için tuttuğu günlük olan kitap Sontag'ın ölümüne kadar devam ediyor. Dokuz bölüm ve bir sonsözden oluşan kitapta Sontag'ın son teşhis karşısındaki tavrı, arkadaşlarının onu yalnız bırakmamak için her daim evde birilerinin bulunduğu anlatılıyor. Bir oğul olarak Sontag'ın nasıl gözüktüğüne dair birçok besleyici yorum bulunuyor kitapta:
"
Doğru mu bilmiyorum, ama benim izlenimim, annemin daima gelecekte yaşadığı. Son derece mutsuz geçen çocukluğunda, bir yetişkin olarak gelecekteki varlığı, kendini son derece uzak hissettiği ailesinden zincirlerini koparacağı zaman hakkında hayaller kurarmış. Babamla yaptığı duygusal anlamda yoğun ama bir o kadar da düzensiz ve imkânsız evlilik sırasında, kendi başına New York'ta sürdürdüğü bağımsız bir hayatın hayallerini kurduğuna inanıyorum -bir yazar hayatını kastediyorum, o zaman sürdürdüğü akademisyen hayatını değil."
Annesinin hayatı ne kadar sevdiğini ve aslında geçirdiği onca operasyona rağmen ona sıkı sıkı tutunduğunu hatta hayatta kalarak birçok doktorun istatistik tablolarında değişik bir yerde durduğunu anlatan David, annesinin hayatla ilişkisini de şöyle anlatıyor: "Onun bu dünyada var olma biçimini betimlemek için tek sözcük seçmek zorunda kalsaydım eğer, bu sözcük “arzulu” olurdu. Görmek, yapmak, denemek ve bilmek istemediği hiçbir şey yoktu." Yakın bir zamanda David, annesinin gençlik döneminde tuttuğu günlükleri yayımlama kararı almıştı. O günlüklerde de Sontag, 1946'da daha 16 yaşındayken de benzer düşüncelere sahipti:
"Her şeyi yapmaya çabalıyorum. Her yerde zevke hazırlıklı olmalıyım ve onu bulmalıyım da çünkü o her yerde! ...Her şeyin önemi var!"
Kanserin son aşamasına kadar yaşamla dolu olan,geçen zamanın yetmediğini hisseden, ölümü kabullenmeyen bir kadındı .
"Annem öldükten kısa bir süre sonra kişisel eşyalarının dökümünü yaparken, cüzdanında bir deste kart buldum: müzelere üyelikler, performans merkezleri, uçağa sık sık binenler için kampanyalar, lokantaların adresleri, sadece bu cüzdan bile gelecek güzergâhlarla doluydu."
Diğer kitaba gelirsek Simone De Beauvoir Sessiz Bir Ölüm...Bu kitabı bu yaz tatilde yanımda götürerek hata yapmıştım. Ünlü yazarı son zamanlarında annesinin yanında oluşu, geçmişle hesaplaşma, pişmanlıklar, acı... Yetmiş yedi yaşındaki annenin geçirdiği küçük kazayla başlayan öykü, hastanede fark edilen ilerlemiş kanser teşhisiyle dramatik bir hal alıyor ve olayın kahramanları acılı bir süreç yaşıyor. Yazar, bu süreç içinde yaşadığı karmaşık ve yoğun duygulanımları anlatırken, bir annenin ölümünü olanca soğukkanlılığıyla betimlemeyi de başarıyor. Böylece eser, anne ile kızın arasındaki yabancılaşmayı iyiden iyiye açığa çıkardığı gibi, annenin bütün yaşamını da anlatarak bir ölümün betimlenmesinin çok ötesine geçiyor.
Gü
nün birinde bana: ”Analar babalar, çocuklarını anlıyorlar.” dedi, ”ama bu karş Günün birinde bana: ”Analar babalar, çocuklarını anlıyorlar.” dedi, ”ama bu karşılıklGünün birinde bana: ”Analar babalar, çocuklarını anlıyorlar.” dedi, ”ama bu karşılıklı oluyor…” Bu yanlış anlaşılmalar üzerine konuştuk ama genel görünümleri üzerinde durduk ancak. Bir daha da bu konuya hiç dönmedik. Kapısını çalardım. Hafifçe sızlandığını, döşeme tahtaları üzerinde terliklerini sürüdüğünü,Günün birinde bana: ”Analar babalar, çocuklarını anlıyorlar.” dedi, ”ama bu karşılıklı oluyor…” Bu yanlış anlaşılmalar üzerine konuştuk ama genel görünümleri üzerinde durduk ancak. Bir daha da bu konuya hiç dönmedik. Kapısını çalardım. Hafifçe sızlandığını, döşeme tahtaları üzerinde terliklerini sürüdüğünü, sonra, iç çekişini işitirdim; bu kez, konuşabileceğimi birtakım konular bulacağıma, bir anlaşma alanı yaratacağıma söz verirdim kendi kendime. Ama daha beş dakika geçmedeni gene yenilmiş olurdum: Ortaklaşa ilgilerimiz o kadar azdı ki. Kitaplarını karıştırırdım: Aynı kitapları okumuyorduk. Onu konuştururdum, dinlerdim söylediklerini, yorumlardım. Ama, annem olduğu için, başka bir ağız söylese daha az dokunacak tatsız cümleleri, bana büsbütün tatsız geliyordu. Yirmi yaşındayken, alışageldiğim beceriksizliğime bir içli dışlılık havası yaratmaya kalktığı zamanlardaki kadar kasılıyordum gene. (”Biliyorum, aklımı beğenmezsin sen. Ama bu canlılığını da, iste isteme, benden almışsın; hoşuma gidiyor.” derdi.) Canlılıktan yana kendisine çektiğimi yürekten söyler, katılırdım bu sözlerine; ama cümlesinin başlangıcı hızımı kesiyordu. Öylelikle, birbirimizi karşılıklı olarak kötürümleştiriyorduk sonra, iç çekişini işitirdim; bu kez, konuşabileceğimi birtakım konular bulacağıma, bir anlaşma alanı yaratacağıma söz verirdim kendi kendime. Ama daha beş dakika geçmedeni gene yenilmiş olurdum: Ortaklaşa ilgilerimiz o kadar azdı ki. Kitaplarını karıştırırdım: Aynı kitapları okumuyorduk. Onu konuştururdum, dinlerdim söylediklerini, yorumlardım. Ama, annem olduğu için, başka bir ağız söylese daha az dokunacak tatsız cümleleri, bana büsbütün tatsız geliyordu. Yirmi yaşındayken, alışageldiğim beceriksizliğime bir içli dışlılık havası yaratmaya kalktığı zamanlardaki kadar kasılıyordum gene. (”Biliyorum, aklımı beğenmezsin sen. Ama bu canlılığını da, iste isteme, benden almışsın; hoşuma gidiyor.” derdi.) Canlılıktan yana kendisine çektiğimi yürekten söyler, katılırdım bu sözlerine; ama cümlesinin başlangıcı hızımı kesiyordu. Öylelikle, birbirimizi karşılıklı olarak kötürümleştiriyordukı oluyor…” Bu yanlış anlaşılmalar üzerine konuştuk ama genel görünümleri üzerinde durduk ancak. Bir daha da bu konuya hiç dönmedik. Kapısını çalardım. Hafifçe sızlandığını, döşeme tahtaları üzerinde terliklerini sürüdüğünü, sonra, iç çekişini işitirdim; bu kez, konuşabileceğimi birtakım konular bulacağıma, bir anlaşma alanı yaratacağıma söz verirdim kendi kendime. Ama daha beş dakika geçmedeni gene yenilmiş olurdum: Ortaklaşa ilgilerimiz o kadar azdı ki. Kitaplarını karıştırırdım: Aynı kitapları okumuyorduk. Onu konuştururdum, dinlerdim söylediklerini, yorumlardım. Ama, annem olduğu için, başka bir ağız söylese daha az dokunacak tatsız cümleleri, bana büsbütün tatsız geliyordu. Yirmi yaşındayken, alışageldiğim beceriksizliğime bir içli dışlılık havası yaratmaya kalktığı zamanlardaki kadar kasılıyordum gene. (”Biliyorum, aklımı beğenmezsin sen. Ama bu canlılığını da, iste isteme, benden almışsın; hoşuma gidiyor.” derdi.) Canlılıktan yana kendisine çektiğimi yürekten söyler, katılırdım bu sözlerine; ama cümlesinin başlangıcı hızımı kesiyordu. Öylelikle, birbirimizi karşılıklı olarak kötürümleştiriyorduk.
ılıklı oluyor…” Bu yanlış anlaşılmalar üzerine konuştuk ama genel görünümleri üzerinde durduk ancak. Bir daha da bu konuya hiç dönmedik. Kapısını çalardım. Hafifçe sızlandığını, döşeme tahtaları üzerinde terliklerini sürüdüğünü, sonra, iç çekişini işitirdim; bu kez, konuşabileceğimi birtakım konular bulacağıma, bir anlaşma alanı yaratacağıma söz verirdim kendi kendime. Ama daha beş dakika geçmedeni gene yenilmiş olurdum: Ortaklaşa ilgilerimiz o kadar azdı ki. Kitaplarını karıştırırdım: Aynı kitapları okumuyorduk. Onu konuştururdum, dinlerdim söylediklerini, yorumlardım. Ama, annem olduğu için, başka bir ağız söylese daha az dokunacak tatsız cümleleri, bana büsbütün tatsız geliyordu. Yirmi yaşındayken, alışageldiğim beceriksizliğime bir içli dışlılık havası yaratmaya kalktığı zamanlardaki kadar kasılıyordum gene. (”Biliyorum, aklımı beğenmezsin sen. Ama bu canlılığını da, iste isteme, benden almışsın; hoşuma gidiyor.” derdi.) Canlılıktan yana kendisine çektiğimi yürekten söyler, katılırdım bu sözlerine; ama cümlesinin başlangıcı hızımı kesiyordu. Öylelikle, birbirimizi karşılıklı olarak kötürümleştiriyorduk.