25 Nisan 2014 Cuma
YİNE DÜŞTÜM YOLLARA
Anamdan yolcu doğmuşum nehirlerle birlikte denizlere kavuştum akşam dedim şu koca dünya dedim ağlasam dedim yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilir ekmeğin ve şarabın peşinden turnaların peşinden büyük şehirler büyük aşklar çığlık çığlığa terkedilir ben çocuklar gibi sevdim devler gibi ıstırap çektim damarlarımda dünyanın bütün rüzgârları harplere açlıklara yalnızlığıma rağmen anamdan yolcu doğmuşum neyleyim gurbet dedim hürriyet dedim" Attila İlhan (Şahane Serseri adlı şiirinden)
Tam 4 günlük bir seyahata çıkıyorum . Kısmet olursa dönüşte tüm ayrıntıları yazacağım buraya. Merak edenler instagramdan takip edebilirler. Pelinpembesi olarak varım biliyorsunuz. Görüşmek üzere !
21 Nisan 2014 Pazartesi
Kasaba Sıkıntısı
Sabahattin Ali'in Kağnı Ses Esirler kitabında Arap Hayri diye güzel bir öykü vardır. Şöyle başlar :
'' Mektep kitaplarındaki haritalarda bir insan eli kadar küçük görünen Anadolu , çeşit çeşit birbirine benzemez insanlarla doludur. Öbek öbek kasabacıklar, kendi içlerine kapanmış birer küçük dünyadır.Gerçi, bozkırları altmış kilometre ile geçen trenin arasıra durduğu tenha istasyonlardan ve ya tenezzüh otomobillerinin yarım saat için mola verdiği ağaçlı hükümet meydanlarından bu dünyayı görebilmek kolay, hatta mümkün değildir, fakat yirmibeş yolcu taşıyan bir Şevrole kamyonla buralara gelip üç dört gece kıraathanenin üstündei otel kılıklı yerde yahut avlusu çamur ve benzin kokan handa kalanlar, eğer gözleri kör değilse, hayatın akışına sessizce uyup giden , başlıbaşına bir dünya görürler. Fakat bu da görmek değildir. Oralarda uzun zaman oturmak , akışa kapılarak yaşamak lazımdır. Birkaç büyük şehrimizi dolduran ve dünyayı oradan ibaret sananlar bu kasabalara geldikleri zaman, ne kadar ayrı bir alemin insanları olduklarını anlarlar. Kendileri için ehemmiyetli olan birtakım şeylerin buralarda adının bile anılmadığını, senelerin burada ancak resmi binada ve kahvenin mermer masasının üzerinde çay lekeleriyle yatan bir iki gazetede yürüdüğünü, yaylı arabanın yerini tutan otomobilin , küçük bir daire üzerinde ağır ağır dönen hayatta bir değişiklik yapmadığını fark edince şaşırır ve hemen kaçmak isterler . ''
Ne güzel anlatmıştır bir kasabada yaşamanın ne demek olduğunu, yavaşlığını, sıradanlığını, küçücük olayların ne kadar önem teşkil ettiğini.. Bir kasabada yaşıyorum. Yıllar önce , lise zamanlarında üniversiteye kapağı atmayı, bu sıkıcı yerden kurtulmayı nasıl istiyordum. Bir daha dönmemek üzere büyük şehirlere gidecektim. Ya şimdi? Evet, üniversite ile Ankara'da dört yıl yaşamıştım, sonra Sinop'ta dört yıl ve sevmediğim , kaçmak istediğim bu kasabaya geri dönmüştüm. Şu an elimde imkan var. Herhangi bir şehirde de yaşayabilirim ama istemiyorum.
Bugün bu sahilde oturup bunları yazdım. Herkes tarafından tanınmayı sevmiyorum aslında. Kasabalarda ki beni etkileyen en olumsuz şey bu herhalde. Ama dışarı çıktığımda tanıdıkları görüp konuşmakta ayrı bir zevk derim. Belki de sakinlik aradığım. Artık bir çok şey komik geliyor. Olduğu yerden sıkılanlar, insanların düşüncelerini dert edenler, dedikodular, kıskançlıklar, dalavereler, yersiz sıkıntılar..Küçük İskender' in bir kitabında şöyle der :
'' Yüzyıl sonra dünyada şu an dolaşan insanlardan belki de hiçbiri hayatta olmayacak; başkaları yönetiyor, başkaları acı çekiyor, başkaları seviniyor olacak hep. "Zaman geçmiyor, çok sıkılıyorum" diyenlere bu yüzden kızmışımdır; oysa ne büyük bir şans o. Zamanı hakettiği hatıralarla yeniden tanımlayabilme eziyeti ve memnuniyeti."
Ne kadar haklı değil mi? Kasabalar sıkıntı demektir, yavaşlama demektir, zamanı durdurmaya çalışmaktır. Varsın birçok olanaktan mahrum olayım, haftasonu avm lerde gezmemiş olayım, istediğim an sergi, sinema, müzeye gitmemeyim, güzel kafelerde oturmayayım.. Şu yukarıdaki manzaraya on adım yürüdükten sonra kavuşuyorum. Kalabalıklardan uzağım, trafik, belediye otobüsleri, kornalar, koşturan yığınları bilmem, arka bahçede öten bir horozumuz bile var, daha ne olsun !
Ne güzel anlatmıştır bir kasabada yaşamanın ne demek olduğunu, yavaşlığını, sıradanlığını, küçücük olayların ne kadar önem teşkil ettiğini.. Bir kasabada yaşıyorum. Yıllar önce , lise zamanlarında üniversiteye kapağı atmayı, bu sıkıcı yerden kurtulmayı nasıl istiyordum. Bir daha dönmemek üzere büyük şehirlere gidecektim. Ya şimdi? Evet, üniversite ile Ankara'da dört yıl yaşamıştım, sonra Sinop'ta dört yıl ve sevmediğim , kaçmak istediğim bu kasabaya geri dönmüştüm. Şu an elimde imkan var. Herhangi bir şehirde de yaşayabilirim ama istemiyorum.
Bugün bu sahilde oturup bunları yazdım. Herkes tarafından tanınmayı sevmiyorum aslında. Kasabalarda ki beni etkileyen en olumsuz şey bu herhalde. Ama dışarı çıktığımda tanıdıkları görüp konuşmakta ayrı bir zevk derim. Belki de sakinlik aradığım. Artık bir çok şey komik geliyor. Olduğu yerden sıkılanlar, insanların düşüncelerini dert edenler, dedikodular, kıskançlıklar, dalavereler, yersiz sıkıntılar..Küçük İskender' in bir kitabında şöyle der :
'' Yüzyıl sonra dünyada şu an dolaşan insanlardan belki de hiçbiri hayatta olmayacak; başkaları yönetiyor, başkaları acı çekiyor, başkaları seviniyor olacak hep. "Zaman geçmiyor, çok sıkılıyorum" diyenlere bu yüzden kızmışımdır; oysa ne büyük bir şans o. Zamanı hakettiği hatıralarla yeniden tanımlayabilme eziyeti ve memnuniyeti."
Ne kadar haklı değil mi? Kasabalar sıkıntı demektir, yavaşlama demektir, zamanı durdurmaya çalışmaktır. Varsın birçok olanaktan mahrum olayım, haftasonu avm lerde gezmemiş olayım, istediğim an sergi, sinema, müzeye gitmemeyim, güzel kafelerde oturmayayım.. Şu yukarıdaki manzaraya on adım yürüdükten sonra kavuşuyorum. Kalabalıklardan uzağım, trafik, belediye otobüsleri, kornalar, koşturan yığınları bilmem, arka bahçede öten bir horozumuz bile var, daha ne olsun !
17 Nisan 2014 Perşembe
Jacques Tati Zamanı
Enis Batur'un Enis Batur'dan Sinema Yazıları adlı kitabını okurken bir çok film adı not almıştım. Hiç seyretmediğim yönetmen Jacques Tati filmlerini bu hafta buldum. İlk olarak Mon Oncle ( türkçeye Amcam olarak çevrilmiş ) seyrettim. Başlarda sıkıcı bulsam da ilerleyen dakikalarda neşeli bir filmde buldum kendimi. Özellikle dönemin Paris'in yaşamını, pazarlarını, müziklerini görmek insanı oldukça keyiflendiriyor. Filmde ki Mr. Hulot oldukça sevimli ve komik bir karakter. Anlatılanın arkasında modernizmle ince ince dalgasını geçiyor yönetmen..Yönetmen Tati filmlerinin iki unsuru varmış. ' Eşyanın Sesi ve Hız ' . Birçok eşyanın abartılı sesini , ıslıkları, makine gürültülerini duyuyoruz abartılı olarak film boyunca. 1950 lerde seyrettiğimiz mekanikleşme çabaları, evlere gelen modern eşyalar, insanlara gösteriş için alınan eşyalar, rahatsız edici eşyalar bize şimdi de tanıdık geliyor. Tati yalnızca modern ve zengin hayatı değil geleneksel yaşamı da paralel olarak sunuyor bize.
Fransız yönetmen Jacques Tati'yi 5 Kasım 1982'de kaybettik. 1946'da dostu Fred Orain ile Cady Films adlı yapım şirketini kuran ve ilk üç filmini bu şekilde çeken Tati'nin çok fazla filmi yok. Seyrettiğim ikinci filmi Playtime ( Oyun Vakti ).. Yıllar süren bir prodüksiyon olan Playtime yönetmenin yine moderniteyi ele almasından oluşuyor. Bay Hulot yine filmin baş kahramanı. Filmde Monsier Hulot'un serüvenleri anlatılmaktadır; kahramanımız Paris’teki bir Amerikalı memur ile görüşmek zorundadır, fakat teknoloji dolu modern mimariler arasında kaybolur.
Bu iki filmle Tati sinemasına adım atmış oldum. Üçüncü seyrettiğim film Bay Hulot'un Tatili.. Film de Tati hem filmi yönetmiş hem de Bay Hulot rolünde oynamış. Ağzında piposu, elinde şemsiyesi, dar paça pantolonu ve buruşuk şapkasıyla tuhaf yürüyüşlü, hiç konuşmayan bu Şarlovari romantik karakter gözüktüğü diğer filmlerde de olduğu gibi modernleşmenin getirdiği yabancılaşmayı eleştirip bu değişime adeta Don Kişot gibi direnirken, geleneksel ahlâk değerlerini derin bir saflıkla savunur. Bu eskiye bağlı kendi halindeki naif karakter tüm iyi niyetiyle etrafına yardımcı olmaya çalışırken türlü sakarlıklar yapar. Diyalogların çok az iştildiği filmde güldürücü ögeler sessiz sinema dönemi filmlerin tarzını andırır.
Vikipedi den aldığım bilgiler şöyle : Basit insanı simgeleyen "Bay Hulot" yaz tatilinde külüstür arabasıyla Fransa'nın Atlantik kıyısındaki bir tatil yöresine gelir. Fransa'da2. Dünya Savaşı sonrasında artan refah düzeyi ile birlikte gittikçe popüler hale gelen tatil yapma alışkanlığı, orta sınıf halkın kalabalıklar halinde sahil kasabalarına hücum etmesine yol açmaktadır. "Bay Hulot" bu tatil vesilesiyle ülkesinin çeşitli politik ve sosyal katmanlarını iğneleme fırsatını bulacaktır.
Fransız yönetmen Jacques Tati'yi 5 Kasım 1982'de kaybettik. 1946'da dostu Fred Orain ile Cady Films adlı yapım şirketini kuran ve ilk üç filmini bu şekilde çeken Tati'nin çok fazla filmi yok. Seyrettiğim ikinci filmi Playtime ( Oyun Vakti ).. Yıllar süren bir prodüksiyon olan Playtime yönetmenin yine moderniteyi ele almasından oluşuyor. Bay Hulot yine filmin baş kahramanı. Filmde Monsier Hulot'un serüvenleri anlatılmaktadır; kahramanımız Paris’teki bir Amerikalı memur ile görüşmek zorundadır, fakat teknoloji dolu modern mimariler arasında kaybolur.
Hulot turistlerin arasına istemeden de olsa karışır ve bir Amerikalı turist grubuyla Paris’i dolaşırken ondan beklenecek kargaşayı da oluşturur.
Bu iki filmle Tati sinemasına adım atmış oldum. Üçüncü seyrettiğim film Bay Hulot'un Tatili.. Film de Tati hem filmi yönetmiş hem de Bay Hulot rolünde oynamış. Ağzında piposu, elinde şemsiyesi, dar paça pantolonu ve buruşuk şapkasıyla tuhaf yürüyüşlü, hiç konuşmayan bu Şarlovari romantik karakter gözüktüğü diğer filmlerde de olduğu gibi modernleşmenin getirdiği yabancılaşmayı eleştirip bu değişime adeta Don Kişot gibi direnirken, geleneksel ahlâk değerlerini derin bir saflıkla savunur. Bu eskiye bağlı kendi halindeki naif karakter tüm iyi niyetiyle etrafına yardımcı olmaya çalışırken türlü sakarlıklar yapar. Diyalogların çok az iştildiği filmde güldürücü ögeler sessiz sinema dönemi filmlerin tarzını andırır.
Vikipedi den aldığım bilgiler şöyle : Basit insanı simgeleyen "Bay Hulot" yaz tatilinde külüstür arabasıyla Fransa'nın Atlantik kıyısındaki bir tatil yöresine gelir. Fransa'da2. Dünya Savaşı sonrasında artan refah düzeyi ile birlikte gittikçe popüler hale gelen tatil yapma alışkanlığı, orta sınıf halkın kalabalıklar halinde sahil kasabalarına hücum etmesine yol açmaktadır. "Bay Hulot" bu tatil vesilesiyle ülkesinin çeşitli politik ve sosyal katmanlarını iğneleme fırsatını bulacaktır.
"Bay Hulot'nun Tatili", ileriki yıllarda Jacques Tati'nin tarzını sürdüren Rowan Atkinson'un oynadığı "Mr. Bean Tatilde" (2007) gibi filmlere de ilham kaynağı olacaktır.
13 Nisan 2014 Pazar
Pazar Notları
Geçenlerde Ah Bu Çingeneler ( Skupljaci Perja ) adlı filmi seyrederken , şu dünyada ne kadar farklılıklar var, insanlar nasıl da birbirinden apayrı diye düşündüm. Farklılıklarımız sayesinde de zenginiz aslında. Fakat bunu kabullenecek olgunlukta değiliz. Film çok güzel bir çingene filmi. Yönetmen Petroviç'in griler, çamurlar içinde ki çingenelerini anlattığı filmi. Seyrederken yüzümde buruk bir gülümseme vardı. Bir taraftan yoksulluk , sefalet içinde çırpınan insanlar, dünyanın neresinde olursa olsun aşağılanan, tecavüze uğrayan , başında çocukla yaşam savaşındaki kadın; diğer yandan çingenelerin neşeli ezgileri..
İnternette birşeylere bakarken Liu Bolin nam-ı diğer Görünmez Adam ve sanatıyla karşılaştım. Vay be insanlar neler yapıyorlar dedim kendi kendime. 2005 den bu yana fotoğraflarında insanların hayatta görünmez olabileceklerini ve şehrin saklanabileceklerini savunuyor. Çin'in aşırı gelişmesi nedeniyle duyduğu endişeler için başlamış bu projeye. Asla fotoshop kullanmıyor. Hatta teknolojinin sanatına zarar verdiğini düşünüyor.
Diğer çalışmalarına mutlaka bakın derim. Pazar günleri neler yapılmaz ki.. Daha gün bitmedi aslında. Elimde sabah çayım , bir taraftan yazıyorum diğer taraftan TV de magazin seyrediyorum. Geç bir kahvaltı yaptık. Kızım evde değil şu an. Ona dün güzel bir kurabiye yaptım. Lorlu sakızlı Alaçatı kurabiyesi. Gerçekten çok güzel oldu.Sevgili arkadaşım tatlı cuma ameliyat oldu beklenmedik şekilde. O da bu kurabiyeyi çok sever. Ona da bir uğrayıp geçmiş olsun deyin bence. Allah'tan şifa diliyorum canım arkadaşıma..
Gri ve yağmurlu , birazda soğuk havalarda mutlaka evde birşeyler pişmeli. Bazen kitap okunmalı battaniye altında, bazen müzik dinlenmeli. Lorlu kurabiye tarifini hemen yazıyorum. Yapmak isteyenler olabilir :
1/4 Bardak zeytinyağı
2 bardak un
2 yumurta ( birinin akı üzerine sürülecek )
250 gr tuzsuz lor peyniri
1 çay kaşığı karbonat
1 bardağa yakın toz şeker
Üzerine susam
İçine damla sakızını biraz dövdükten sonra koyup hamuru yoğuruyorsunuz. Sonuç işte böyle ..
Bugünlerde ne okuyorsun diye sorarsanız , yeni bir kitap bitirdim. Peyami Safa 'nın Yalnızız..Öyle güzel tahliller varki, nasıl olur da şimdiye kadar okumadım diye kendime kızdım. Yalnız tat almanız için sıkı bir okur olmalısınız. Eski kelimeler, kafanızda bir anda çözümlenmeyen uzun cümleler, sizi düşünmeye iten paragraflar iyi olmayan okuru sıkar.
Bu uzun pazar gününü bitirmeye hiç niyetim yok. Dün gece başlayıp 40 dakikasını seyrettiğim bir filme devam edeceğim. İsa Eliboli'de durdu ..Filmin kitabı da var. Carlo Levi tarafından yazılmış.. Carlo Levi’nin bu romanı, 1961’de Sabahattin Eyüboğlu çevirisiyle Remzi Kitabevi tarafından 205 sayfa olarak okurlarımıza sunulmuş. İtalyan sinemasının büyük ustalarından, “Ben filmlerimde her şeyden çok ülkemi anlamaya ve onun öyküsünü anlatmaya çalıştım” diyen Marksist sinemacı Francesco Rosi’nin eliyle 1979’da “İsa Eboli’de Durdu” adıyla beyazperdeye aktarılan roman, sinema tarihindeki en güzel uyarlama filmlerden. Gerçekten de tam bu havada seyredilecek bir film..Film bir İtalyan köyünde, Eboli’de geçiyor. Yazar, doktor, ressam ve bir siyasi eylemci olan Levi ülkesinin az gelişmişlik sorununa son derece yalın bir dille çarpıcı biçimde el attığı kitapta peygamberin bile uğramaya gerek duymadığı bir dağ köyünde, Mussolini faşizmi döneminde yaşananları anlatıyor.
Haşmet Babaoğlu'nun yazdıklarını okurum bir de pazarları toptan. Geçen ay yazdıklarından birini saklamışım. Sizlerle paylaşarak yazımı bitirmek istiyorum. Herkese iyi pazarlar !
Genç adam kararlı adımlarla kitapçıya girdi.
Bir masanın üzerinde yan yana dizilmiş Chuck Plahniuk ve genç kuşaklarca yeni keşfedilip sevilen Sabahattin Ali romanlarına göz ucuyla bile takılmadı. Doğrudan kişisel başarı ve gelişim bölümüne geçti. '' Başarının Anahtarları '' 7 Adımda Başarı , Başarı yolculuğu, '' Başarının Sırları '' falan filan hepsi oradaydı. Genç adam kravatını gevşetip ceketinin düğmesini açtı, hafifçe öksürdü ve heyecanla kitapları karıştırmaya başladı.
O an eylemci ve şair tarafı ile tanınan keşiş Thomas Merton'un sözlerini hatırladı.
'' Bütün hayatını başarı merdivenini tırmanmaya adayan insanlar biliyorum, sonra en tepeye çıktıklarında bir bakıyorlar ki, merdiven yanlış duvara dayanmış..''
İnternette birşeylere bakarken Liu Bolin nam-ı diğer Görünmez Adam ve sanatıyla karşılaştım. Vay be insanlar neler yapıyorlar dedim kendi kendime. 2005 den bu yana fotoğraflarında insanların hayatta görünmez olabileceklerini ve şehrin saklanabileceklerini savunuyor. Çin'in aşırı gelişmesi nedeniyle duyduğu endişeler için başlamış bu projeye. Asla fotoshop kullanmıyor. Hatta teknolojinin sanatına zarar verdiğini düşünüyor.
Diğer çalışmalarına mutlaka bakın derim. Pazar günleri neler yapılmaz ki.. Daha gün bitmedi aslında. Elimde sabah çayım , bir taraftan yazıyorum diğer taraftan TV de magazin seyrediyorum. Geç bir kahvaltı yaptık. Kızım evde değil şu an. Ona dün güzel bir kurabiye yaptım. Lorlu sakızlı Alaçatı kurabiyesi. Gerçekten çok güzel oldu.Sevgili arkadaşım tatlı cuma ameliyat oldu beklenmedik şekilde. O da bu kurabiyeyi çok sever. Ona da bir uğrayıp geçmiş olsun deyin bence. Allah'tan şifa diliyorum canım arkadaşıma..
Gri ve yağmurlu , birazda soğuk havalarda mutlaka evde birşeyler pişmeli. Bazen kitap okunmalı battaniye altında, bazen müzik dinlenmeli. Lorlu kurabiye tarifini hemen yazıyorum. Yapmak isteyenler olabilir :
1/4 Bardak zeytinyağı
2 bardak un
2 yumurta ( birinin akı üzerine sürülecek )
250 gr tuzsuz lor peyniri
1 çay kaşığı karbonat
1 bardağa yakın toz şeker
Üzerine susam
İçine damla sakızını biraz dövdükten sonra koyup hamuru yoğuruyorsunuz. Sonuç işte böyle ..
Bugünlerde ne okuyorsun diye sorarsanız , yeni bir kitap bitirdim. Peyami Safa 'nın Yalnızız..Öyle güzel tahliller varki, nasıl olur da şimdiye kadar okumadım diye kendime kızdım. Yalnız tat almanız için sıkı bir okur olmalısınız. Eski kelimeler, kafanızda bir anda çözümlenmeyen uzun cümleler, sizi düşünmeye iten paragraflar iyi olmayan okuru sıkar.
Bu uzun pazar gününü bitirmeye hiç niyetim yok. Dün gece başlayıp 40 dakikasını seyrettiğim bir filme devam edeceğim. İsa Eliboli'de durdu ..Filmin kitabı da var. Carlo Levi tarafından yazılmış.. Carlo Levi’nin bu romanı, 1961’de Sabahattin Eyüboğlu çevirisiyle Remzi Kitabevi tarafından 205 sayfa olarak okurlarımıza sunulmuş. İtalyan sinemasının büyük ustalarından, “Ben filmlerimde her şeyden çok ülkemi anlamaya ve onun öyküsünü anlatmaya çalıştım” diyen Marksist sinemacı Francesco Rosi’nin eliyle 1979’da “İsa Eboli’de Durdu” adıyla beyazperdeye aktarılan roman, sinema tarihindeki en güzel uyarlama filmlerden. Gerçekten de tam bu havada seyredilecek bir film..Film bir İtalyan köyünde, Eboli’de geçiyor. Yazar, doktor, ressam ve bir siyasi eylemci olan Levi ülkesinin az gelişmişlik sorununa son derece yalın bir dille çarpıcı biçimde el attığı kitapta peygamberin bile uğramaya gerek duymadığı bir dağ köyünde, Mussolini faşizmi döneminde yaşananları anlatıyor.
Haşmet Babaoğlu'nun yazdıklarını okurum bir de pazarları toptan. Geçen ay yazdıklarından birini saklamışım. Sizlerle paylaşarak yazımı bitirmek istiyorum. Herkese iyi pazarlar !
Genç adam kararlı adımlarla kitapçıya girdi.
Bir masanın üzerinde yan yana dizilmiş Chuck Plahniuk ve genç kuşaklarca yeni keşfedilip sevilen Sabahattin Ali romanlarına göz ucuyla bile takılmadı. Doğrudan kişisel başarı ve gelişim bölümüne geçti. '' Başarının Anahtarları '' 7 Adımda Başarı , Başarı yolculuğu, '' Başarının Sırları '' falan filan hepsi oradaydı. Genç adam kravatını gevşetip ceketinin düğmesini açtı, hafifçe öksürdü ve heyecanla kitapları karıştırmaya başladı.
O an eylemci ve şair tarafı ile tanınan keşiş Thomas Merton'un sözlerini hatırladı.
'' Bütün hayatını başarı merdivenini tırmanmaya adayan insanlar biliyorum, sonra en tepeye çıktıklarında bir bakıyorlar ki, merdiven yanlış duvara dayanmış..''
10 Nisan 2014 Perşembe
Ağaçlar ve Şiirleri
Ağaçları öyle çok seviyorum ki. Çocukken arkadaşlarımla oynarken onlardan ayrılır, kiraz ağacına tırmanır, çeşitli hayallere dalardım. Zamanımın çoğunu o ağaçta geçirirdim. Öylece oturup bakardım diğer ağaçlara. Şimdi farkettim , bir ağaca çıkmayalı yıllar olmuş. Ne çok şey uçup gidiyor ellerimizden. Ama ağaçları fotoğraflamak en büyük zevkim. Hepsi ayrı ayrı güzel..Her ağacın hikayesi farklı. Sokaklara sıkışmış olandan , dağlarda , ormanlarda hür yaşayandan tutun, bir bahçeye neşe verenden tutun deniz kenarında olan, manzarayı seyredenlere kadar çeşit çeşit olanları vardır. Aşağıda çeşitli zamanlarda severek çektiklerim var. Mesela şu ağaç , İstanbul Fenerbahçe parkı. İnsanları , denizi izleyen , yeni yeni yapraklanan bir ağaç..
Tanıdığım bir ağaç var.
Etlik bağlarına yakın..
Saadetin adını bile duymamış.
Tanrının işine bakın.
Geceyi gündüzü biliyor.
Dört mevsim, rüzgârı, karı...
Ay ışığına bayılıyor.
Ama kötülemiyor karanlığı.
Ona bir kitap vereceğim.
Rahatını kaçırmak için.
Bir öğrenegörsün aşkı,
Ağacı o vakit seyredin."
Melih Cevdet Anday
Yine aynı parkta baharı müjdeleyen mimoza ağacı. Her güzel şeyin bir sonu var. Ömrü çok az ama yine de sonsuzcasına neşeyle sapsarı açmış..
''Ceviz Ağacı'' adlı şirinde şair Nazım Hikmet.
Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Oynamamız bundandır.
Kara toprakla binlerce yıl.
Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Bundandır sevmemiz
kiraz ağaçlarını.
Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Oynamamız bundandır.
Kara toprakla binlerce yıl.
Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Bundandır sevmemiz
kiraz ağaçlarını.
Düş Sakinleri Sokağı 'nın Ağaçlardaki Düş Sevdalım diye bir şarkısı vardır , bilir misiniz?
Aynı kaldı düşümdeki ağaçlar
Açtım gözlerimi çiçek açtılar
Aynı kaldı düşümdeki ağaçlar
Açtım ellerimi sevda oldular
Aynı kaldı düşümdeki ağaçlar
Açtım ellerimi sevda oldular
Yukarıdaki ağacı bir Abant gezisi sırasında çektim. Ormandan uzak göle yakın tek başına duruyordu. Yanından geçip giden onca kişiye rağmen nasıl da güzel..
''Sitem'' adlı şiirinde yârini zeytin ağacının arkasında betimlemiştir değerli şairimiz Bedri Rahmi Eyüboğlu… Sonbahar, ağaç ve sevgili… Paha biçilmez bir resimdir adeta…
Sizleri görüyorum, bahçemizdeki çamlar,
Bütün gün gölgesinde oynadığım dost badem.
Derken dallardan, ılık, iniveren akşamlar:
Evine dönen babam, camda bekliyen annem.
Ah bütün sevdiklerim, bütün kaybettiklerim!
Neyi arayım, yerde kurt, göklerde yıldız mı?
Babam, annem, evimiz, bahçem, çitlenbiklerim,
Sizler rüyamıydınız, sizler yaşamadınız mı?
Sizleri görüyorum, bahçemizdeki çamlar,
Bütün gün gölgesinde oynadığım dost badem.
Derken dallardan, ılık, iniveren akşamlar:
Evine dönen babam, camda bekliyen annem.
Ah bütün sevdiklerim, bütün kaybettiklerim!
Neyi arayım, yerde kurt, göklerde yıldız mı?
Babam, annem, evimiz, bahçem, çitlenbiklerim,
Sizler rüyamıydınız, sizler yaşamadınız mı?
''Kara tarafında çınar, kestane, zeytin gibi insanı düşündüren ve dalgınlık içindeki hayale lacivert gökyüzünü gösteren yüksek ağaçlar, güneşin ışığını dalgalandırarak uzun gölgeleri ve güzellikleri hiçbir tarafla irtibatı olmayan bahçeye ruhun aradığı bir sükûn ve asayişi verirdi''.
İlk dönem romanlarımızdan biri olan Sergüzeşt'te Samipaşazade Sezai bu sözlerle ağaçları tasvir ediyor.
6 Nisan 2014 Pazar
Antonioni Üçlemesi
Bu hafta boyunca kendime bir yönetmen seçip , her gece bir filmini izledim. Bu yönetmen kendine has yorumu olan, uzun diyaloglar yerine filmi kendi haline bırakmayı tercih eden Antonioni.. İtalyan yönetmenin birbirinden güzel filmleri var. Yirminci yüzyıl sinema sanatının yetiştirdiği en büyük “yalnız”larından biri olan 1912 İtalya doğumlu Michelangelo Antonioni, senaryo yazarlığıyla başladığı sinema kariyerini 1960’larda çektiği yalnızlık üçlemesi L’avventura ( Macera -1960), La-Notte ( Gece-1961) ve L’eclisse ( Batan Güneş-1962) filmleriyle devam ettirdi. Bu hafta içinde bu üçlemede ki filmleri seyrettim. İlk film Macera ( L'avventura ) ..
Lavventura : Film Anna’nın bir yat gezisi evden çıkmasıyla başlar, mimar sevgilisi Sandro’ya gider ve yanında da arkadaşı Claudia vardır. Anna’yla Sandro ilişkisini anlamaya çalışırız ancak eksik olan bir şey vardır, Anna adama kızgındır, biz de niye böyle olduğunu anlamaya çalışırız. Aynı Bergman filmlerinde olduğu gibi anlaşılmazdır. Daha sonra filmde ki ikinci kadın konuya hakim olur ama yine de ters giden bir şeyler vardır. Birbirine ne kadar yakın olsalar bile kadın erkek arasında bir uçurum hissedilir, iletişimsizlik temelde filmi ele almıştır.
Üçlemenin ikinci filmi La-Notte ( Gece-1961) ..Milano kentinin hareketli görüntüsünden, bir hastane odasında yatmakta olan kanserli hasta Tomasso’ya geçişle başlar film. L’avventura (1960, Serüven) isimli filmde Vitti’nin arkadaşının sevgilisi ile yaşadığı ilişki ve La Notte’deki Jeanne Moreau’nun kocasıyla arasındaki kopukluğu bu çöküş ve değerlerdeki çözülmenin güzel bir örneğidir. Bir çok filminde olduğu gibi burada da çağdaş insanın duygularının karmaşasını, belirsizliğini anlatır burada da. Filmde boş ve modern dünyanın simgeleri olan temalar iç içe geçer : Yalnızlık, ölüm karşısında çaresizlik, sevgi arayışı..
Üçlemenin son filmi Batan Güneş ( L'eclisse ).. Filmin çekim yılı 1962′dir. 1962 senesi tarihte Sovyet Rusya ile Amerika arasında gerçekleşen Küba’daki füze krizinin az öncesi ve nükleer tansiyonun en yüksek olduğu yıllardı. Soğuk Savaş da tüm hızı ile devam ediyordu. Filmin başında gördüğümüz ve birçok kez de Antonioni’nin bize gösterdiği kule bir anlamda bu nükleer savaş simgesi gibidir. Diğer iki filmde olduğu gibi yaşamın soğuk yüzünü burada da seyrederiz. Filmin konusunu anlatmak istemiyorum. Oldukça önemli bir yönetmenin etkili üçlemesini çok beğendim. Filmlerde Antonioni Jeanne Moreau dan vazgeçemediğini görüyoruz. Bu güzel oyuncunun attığı kahkahalara ben bayıldım..
1 Nisan 2014 Salı
Çocuklarımızla İzleyebileceğimiz Filmler
Haftasonlarının en güzel tarafı ailece seyredilen filmlerdir. Biz de evde bulunduğumuz sürece güzel filmler seyretmeyi seviyoruz. Birazdan bahsedeceğim filmleri biz çok sevdik. İlk film Le Petit Nicolas.. Yönetmenliğini Laurent Tirard'ın yaptığı , Fransız yazar Rene Goscinny tarafından yazılan resimli çocuk serisinden sinemaya uyarlanan bir film. Türkçeye Pıtırcık çevrilmiş. Bir çocuğun ağzından anlattığı kitap serisinden esinlinerek oluşturulmuş bu film 2009 yapımı 90 dakikalık bir fransız komedisi. Eskiden Milliyet Çocuk dergisi tarafından yayınlanırdı. Lüp lüp , Toroman, Dırdır ana, Çarpım gibi karakterleri vardı. Hani Lüplüpün elleri hep yağ içindeydi. Hatırladınız mı bilmem ama eğer siz de çocukluk günlerinize gitmek isterseniz seyredin derim..
İkinci filmimiz Alis Harikalar Diyarı uyarlaması ama sürrealist bir uyarlama . Çek yönetmen Jan Svankmajer'den güzel bir film. Yönetmen kendi yorumlamasıyla öyle güzel bir Alice yaratıyor ki ekrana kilitleniyorsunuz. Film animasyon, gerçek çekimler, kuklalar kullanarak farklı teknikleri bir araya getirerek filmi kurgulamış. Şimdiye kadar birçok versiyonu çekilmiş Alice bir de böyle izleyin.
Diğer film yıllar önce , belki de kızımın yaşında bir pazar günü seyrettiğim ve o zamanlar mutluluk duyduğum bir film. The Sound of Music. Julie Andrews başrollerde. Belki hatırlarsınız , o güzel şarkılarıyla Alp dağlarında kırlarda, çayırlarda koşturup duruyordu. 1965 de en iyi film oskarı da almış. "These are a few of my favorite things" adlı unutulmaz şarkının olduğu müzikaldir aynı zamanda. Bu şarkıyı Björk Dancer in the dark adlı filmde çok güzel yorumlamıştır.
Şimdi ki filmi bilmiyor olabilirsiniz ama bu roman kahramanını tanımayan , okumayan yoktur sanırım. Kitabını okuyup üzerine çocuğunuzla bir de sinemasını izlemelisiniz. Oliver Twist biliyorsunuz yetim bir çocuktur. Yetimhaneden kaçmasıyla başlayan olayları kızımla nefesimizi tutarak izledik ve çok beğendik.
Gelelim son filmimize. Annie .. Annie 1930'lu yıllarda, Bayan Hannigan adında gaddar bir kadın tarafından idare edilen berbat bir yetimhanede yaşayan bir kız çocuğudur. Tek hayali yetimhaneden kaçıp, orayı terk etmektir.
Yetimhanedeki diğer çocuklar arasından, Oliver Warbucks isimli zengin bir iş adamının malikanesinde birkaç gün geçirmek için seçilince dünyası bir anda değişir. Kısa sürede malikanedeki herkesin kalbini kazanan Annie, soğuk görünümlü Warbucks'ın gönlünü yumuşatır. Warbucks, Annie'nin kayıp ailesini bulmak için ona yardım etmeye karar verir; ortaya çıktıkları takdirde ödüllendirileceklerini ilan eder. Fakat Bayan Hannigan ve kötü erkek kardeşi Rooster, ödülü almak için ortaya çıkan aileyi kaçırmayı planlarlar...
Yönetmenliğini John Huston'ın üstlendiği komedi ve dramı harmanlayan aile filminin başrolünde Aileen Quinn yer alıyor.
Kendime göre tavsiyeler vermeye çalıştım. Şu günümüzde kirlenmiş ekrandan, seviseyiz filmlerden çocuklarımızı uzak tutarak güzel ve keyifli saatler yaşamak isteyenleredir tavsiyem . İyi Seyirler!!
İkinci filmimiz Alis Harikalar Diyarı uyarlaması ama sürrealist bir uyarlama . Çek yönetmen Jan Svankmajer'den güzel bir film. Yönetmen kendi yorumlamasıyla öyle güzel bir Alice yaratıyor ki ekrana kilitleniyorsunuz. Film animasyon, gerçek çekimler, kuklalar kullanarak farklı teknikleri bir araya getirerek filmi kurgulamış. Şimdiye kadar birçok versiyonu çekilmiş Alice bir de böyle izleyin.
Diğer film yıllar önce , belki de kızımın yaşında bir pazar günü seyrettiğim ve o zamanlar mutluluk duyduğum bir film. The Sound of Music. Julie Andrews başrollerde. Belki hatırlarsınız , o güzel şarkılarıyla Alp dağlarında kırlarda, çayırlarda koşturup duruyordu. 1965 de en iyi film oskarı da almış. "These are a few of my favorite things" adlı unutulmaz şarkının olduğu müzikaldir aynı zamanda. Bu şarkıyı Björk Dancer in the dark adlı filmde çok güzel yorumlamıştır.
Şimdi ki filmi bilmiyor olabilirsiniz ama bu roman kahramanını tanımayan , okumayan yoktur sanırım. Kitabını okuyup üzerine çocuğunuzla bir de sinemasını izlemelisiniz. Oliver Twist biliyorsunuz yetim bir çocuktur. Yetimhaneden kaçmasıyla başlayan olayları kızımla nefesimizi tutarak izledik ve çok beğendik.
Gelelim son filmimize. Annie .. Annie 1930'lu yıllarda, Bayan Hannigan adında gaddar bir kadın tarafından idare edilen berbat bir yetimhanede yaşayan bir kız çocuğudur. Tek hayali yetimhaneden kaçıp, orayı terk etmektir.
Yetimhanedeki diğer çocuklar arasından, Oliver Warbucks isimli zengin bir iş adamının malikanesinde birkaç gün geçirmek için seçilince dünyası bir anda değişir. Kısa sürede malikanedeki herkesin kalbini kazanan Annie, soğuk görünümlü Warbucks'ın gönlünü yumuşatır. Warbucks, Annie'nin kayıp ailesini bulmak için ona yardım etmeye karar verir; ortaya çıktıkları takdirde ödüllendirileceklerini ilan eder. Fakat Bayan Hannigan ve kötü erkek kardeşi Rooster, ödülü almak için ortaya çıkan aileyi kaçırmayı planlarlar...
Yönetmenliğini John Huston'ın üstlendiği komedi ve dramı harmanlayan aile filminin başrolünde Aileen Quinn yer alıyor.
Kendime göre tavsiyeler vermeye çalıştım. Şu günümüzde kirlenmiş ekrandan, seviseyiz filmlerden çocuklarımızı uzak tutarak güzel ve keyifli saatler yaşamak isteyenleredir tavsiyem . İyi Seyirler!!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Cuma Geldi
Merhaba cumaseverler! Merhaba dört gözle haftasonu tatilini bekleyen emekçi kardeşlerim! Şaka bir yana hızlıca geçen günler sonunda cuma gel...
-
Evet cuma geldi, yorgunluk da geldi hatta günlerdir süren baş ağrılarım da geldi. Bu hafta oldukça olums...
-
Güzel kasabamızdan merhaba! Geçen gün kasabamıza ait bu fotoğrafı görünce kaydettim sizlerle paylaş...