Bazı olaylar, kişiler ya da durumlar çakışır hayatımızda, önümüze ardı ardına çıkar. Geçen cuma akşamı keyfim yerindeydi; bloguma yazımı yazmış, okuldan çıkmış pazar yapmış ve önümde uzanan uzuuun bir cuma gecesinin keyfini düşlemeye başlamışken bir telefon konuşmasıyla moralim bozuldu. Çok önemli bir mesele değil merak etmeyin, her evde olan anne kız tartışması. Kızımla ilişkimizi şimdi durduğum yerden değerlendirince kimbilir ne hasarlar bıraktım onda, nelere yetebildim, nelere yol açtım, hangi olumsuz duyguları yeşerttim ruhunda diye çok sorguluyorum. Büyük hayaller ve ümitlerle başlanan ebeveynlik sürecinde sanırım hiç kimse tam bir memnuniyete sahip değil. Hırslı ve çalışkan anne ya da babaların çocuklarında tam tersi tepkimelere yol açıyor. Ben ''nasıl olurda bu kadar bana ters bir çocuk yetiştirebildim? diye moralim bozulduğunda bir film seyredeyim dedim can sıkıntımı bastırmak için. Sekiz Dağ'ı açtım ve 2.5 saat süren bu filmle bir kez daha insan doğası denen şeyin aslında bir çok şeyin nedeni olduğunu gördüm. Filme bayıldım tabi ki dağlarda, ormanda ve bir kulübede geçen sahneleri sayesinde. Orada ki babanın tutkusunu, 11 yaşında ki oğluyla yaşantısını ve sevdiklerini paylaşmak istemesini, o yaştan itibaren çocuğun özellikleri ve kişilik özellikleri yüzünden bunun olmamasını görünce bu sorunun evrensel olduğunu tekrar anladım. Üstelik bu çocuk 20li yaşlara gelince babasının yüzüne '' asla senin gibi olmayacağım'' diyordu. Sizinde bir çocuğunuz varsa bu cümle altında öyle bir eziliyorsunuz, adamın acısını öyle bir hissediyorsunuz ki. Sonrasında kopan aile ilişkisi ve 30lu yaşlara gelince çocuk ölen babasıyla değişen hayatını görünce kafasına dank ediyor ama iş işten geçmiş oluyor. ''Zamanında hiç bir şeyin değeri anlaşılmıyor''.
Bu paralel olaylara bir kitap da eşlik etti. Gerbrand Bakker'in Yukarıda Ses Yok. İkiz çocukların bile aynı aile içinde farklı özellikler geliştirip birinin babayla olan ilişkisi üzerine yoğunlaşan bir kitaptı. Harika bir kitaptı benim için. Yine kırsalda yaşamayı, insanlardan kopmayı seçmiş ellili yaşlarda ki bir adamın hayatını şekillendiren babasıyla hesaplaşmasını, artık elden ayaktan düşen bu aciz adama olan tutumunu, eve gelen bir gençle birlikte onunda bir ebeveyn durumuna girmesini başarılı bir dille okumak büyük bir edebiyat keyfi yarattı.
Edebiyat ve sinema hayatta biraz yaralarımızı sarıyor, farklı hayatları önümüze sererken dünyada bu tür şeylerle boğuşan sadece tek sen değilsin diyor. Beter durumları görürken hatta küçük hayatlarımızı daha bir seviyoruz. Başka bir film daha var; kırsalda geçen ağır ağır ilerleyen, kasvetiyle sizi sıkan ama bu sıkılma bile filme çok şey katıyor, Vanskabte Land adı.İlk film İtalya Alplerindeydi, bu ise İzlanda'da. İzlanda'nın doğasını biliyorsunuz, bir de kış olunca o kasveti düşünün. Yönetmen Palmason '' Ölümde yaşamın ta kendisini görebiliyorsun. Bizi Bir arada tutan şeyin aslında ölüm olabileceğini öğrendiğimde çok şaşırdım. Filmin özünde bu yatıyor, yüreği bu .'' demiş.
Sen" ve "ben" ve "o" hepimiz geçip gidiyoruz; hiçbir şey kalmaz; her şey değişir; ama sözcükler kalır, resimler kalır."
Deniz Feneri | Virginia Woolf
Okula gittiğimde soba yanıyordur, çocuklar yavaş yavaş gelmeye başlar. Bir çay alırım ya da limonlu su. Çocuklar öyle güzel oyun kuruyorlar ki, hep diyorum şu çocuklara ne verirseniz fazla fazla kazanım olarak veriyorlar. Tablet, tv gibi ekran bağlılıkları ailelerin çocuklarla fazla ilgilenmeden onlara sorun çıkartmamalarına araç olarak kullanılıyor. Eylül ayında oyun kurmayı, oynamayı bilmeyen çocukları görseniz artık öyle güzel roller alarak hem de her gün aynı oyuncakları aynı mekanı kullanarak hiç sıkılmadan saatlerce oynuyorlar.