23 Şubat 2024 Cuma

Cuma Gidiyor!

                                

                 Bazı olaylar, kişiler ya da durumlar çakışır hayatımızda, önümüze ardı ardına çıkar. Geçen cuma akşamı keyfim yerindeydi; bloguma yazımı yazmış, okuldan çıkmış pazar yapmış ve önümde uzanan uzuuun bir cuma gecesinin keyfini düşlemeye başlamışken bir telefon konuşmasıyla moralim bozuldu. Çok önemli bir mesele değil merak etmeyin, her evde olan anne kız tartışması. Kızımla ilişkimizi şimdi durduğum yerden değerlendirince kimbilir ne hasarlar bıraktım onda, nelere yetebildim, nelere yol açtım, hangi olumsuz duyguları yeşerttim ruhunda diye çok sorguluyorum. Büyük hayaller ve ümitlerle başlanan ebeveynlik sürecinde sanırım hiç kimse tam bir memnuniyete sahip değil. Hırslı ve çalışkan anne ya da babaların çocuklarında tam tersi tepkimelere yol açıyor. Ben ''nasıl olurda bu kadar bana ters bir çocuk yetiştirebildim? diye moralim bozulduğunda bir film seyredeyim dedim can sıkıntımı bastırmak için. Sekiz Dağ'ı açtım ve 2.5 saat süren bu filmle bir kez daha insan doğası denen şeyin aslında bir çok şeyin nedeni olduğunu gördüm. Filme bayıldım tabi ki dağlarda, ormanda ve bir kulübede geçen sahneleri sayesinde. Orada ki babanın tutkusunu, 11 yaşında ki oğluyla yaşantısını ve sevdiklerini paylaşmak istemesini, o yaştan itibaren çocuğun özellikleri ve kişilik özellikleri yüzünden bunun olmamasını görünce bu sorunun evrensel olduğunu tekrar anladım. Üstelik bu çocuk 20li yaşlara gelince babasının yüzüne '' asla senin gibi olmayacağım'' diyordu. Sizinde bir çocuğunuz varsa bu cümle altında öyle bir eziliyorsunuz, adamın acısını öyle bir hissediyorsunuz ki. Sonrasında kopan  aile ilişkisi ve 30lu yaşlara gelince çocuk ölen babasıyla değişen hayatını görünce kafasına dank ediyor ama iş işten geçmiş oluyor.  ''Zamanında hiç bir şeyin değeri anlaşılmıyor''.



                       Bu paralel olaylara bir kitap da eşlik etti. Gerbrand Bakker'in Yukarıda Ses Yok. İkiz çocukların bile aynı aile içinde farklı özellikler geliştirip birinin babayla olan ilişkisi üzerine yoğunlaşan bir kitaptı. Harika bir kitaptı benim için. Yine kırsalda yaşamayı, insanlardan kopmayı seçmiş ellili yaşlarda ki bir adamın hayatını şekillendiren babasıyla hesaplaşmasını, artık elden ayaktan düşen bu aciz adama olan tutumunu, eve gelen bir gençle birlikte onunda bir ebeveyn durumuna girmesini başarılı bir dille okumak büyük bir edebiyat keyfi yarattı.

                  Edebiyat ve sinema hayatta biraz yaralarımızı sarıyor, farklı hayatları önümüze sererken dünyada bu tür şeylerle boğuşan sadece tek sen değilsin diyor. Beter durumları görürken hatta küçük hayatlarımızı daha bir seviyoruz. Başka bir film daha var; kırsalda geçen ağır ağır ilerleyen, kasvetiyle sizi sıkan ama bu sıkılma bile filme çok şey katıyor, Vanskabte Land adı.İlk film İtalya Alplerindeydi, bu ise İzlanda'da. İzlanda'nın doğasını biliyorsunuz, bir de kış olunca o kasveti düşünün. Yönetmen Palmason '' Ölümde yaşamın ta kendisini görebiliyorsun. Bizi Bir arada tutan şeyin aslında ölüm olabileceğini öğrendiğimde çok şaşırdım. Filmin özünde bu yatıyor, yüreği bu .''  demiş.



                                               Başka bir kesişme de şöyle oldu. Lucy Caldwell'in Yakınlıklar kitabını okurken bu güzel blogta   ( Mutlaka gidin bu bloga Moskva Slezam Ne Verit (Moskova Gözyaşlarına İnanmıyor) filmini tavsiye ettiğini gördüm ve hemen seyrettim. Hatta filmin altına yorum yazan biri 30 yaşın üzerinde ki bir çok kadın bu filmi seyredince Hayat 40 yaşından sonra başlar diyecektir, diye yazmıştı. Filmde kitap da kadınların hangi ülkede olursa olsun karşılaştıkları evrensel sorunlarını temel almış. Kitap da farklı farklı hikayelerde çeşitli konumlarda ki kadınların eşle, çocukla hatta kadın olmakla imtihanını barındırıyor. Yazar oldukça etkili bir dille yazmış, neredeyse tüm kahramanlarda kendinizden bir parça buluyorsunuz. Bende hem filmi hem de kitabı tüm erkeklere tavsiye ediyorum.


''Yaşamın anlamı nedir? İşte bu kadarcık - basit bir soru. İnsan yaşlandıkça zihnini büsbütün uğraştıran bir soru. Göklerden beklenen o yüce açıklama belki de hiç gelmiyordu. Onun yerinde ufak tefek günlük tansıklar, aydınlatmalar, umulmadık bir anda karanlıkta çakılan kibritler vardı.
Sen" ve "ben" ve "o" hepimiz geçip gidiyoruz; hiçbir şey kalmaz; her şey değişir; ama sözcükler kalır, resimler kalır."


Deniz Feneri | Virginia Woolf

İnsan yaşlandıkça anlam araması azalıyor bence. Woolf'un dediği gibi hepimiz geçip gidiyoruz, geride sözcükler, resimler kalıyor.
Şu fotoğrafta ki huzura bakın, fırına girmeden önce kuruyemişli kek. Az sonra etrafa tarçın, karanfil kokusu yayılacak..




                   Bahçeden toplanan ürünler.. Soba külünü bile ziyan etmiyoruz çünkü bahçede bitkiler için faydalıymış..




                             Pessoa'nın "Sadece başka memleketlerin denizleri güzeldir. O gördüğümüz deniz daima hiç görmeyeceklerimizin hasretini çektirir bize.'' diye bir sözü vardır. Hep aklıma gelir bizim denizi gördüğümde. Sabahları erken saatte okula deniz kenarından yürüyüşümü yapar, deniz havası alırım. Başka denizleri özletir doğru, yüzebildiğimiz denizleri özlerim. Biliyorsunuz Marmara Denizi özellikle İzmit Körfezinde yüzülecek gibi değildir bence.


                                 Okula gittiğimde soba yanıyordur, çocuklar yavaş yavaş gelmeye başlar. Bir çay alırım ya da limonlu su. Çocuklar öyle güzel oyun kuruyorlar ki, hep diyorum şu çocuklara ne verirseniz fazla fazla kazanım olarak veriyorlar. Tablet, tv gibi ekran bağlılıkları ailelerin çocuklarla fazla ilgilenmeden onlara sorun çıkartmamalarına araç olarak kullanılıyor. Eylül ayında oyun kurmayı, oynamayı bilmeyen çocukları görseniz artık öyle güzel roller alarak hem de her gün aynı oyuncakları aynı mekanı kullanarak hiç sıkılmadan saatlerce oynuyorlar.


Arkadaşlarla bir gece oturması...



Bu hafta tarihte bugünde karşıma bu foto çıktı. 7 sene önce Fenerbahçe parkına gitmişiz, ohh banklara da yatmışım ağaçları seyrediyorum. Hava da bugünlerde ki gibi güzelmiş. 


Haftanın yazısını kardeşimin sahilimizde çektiği fotoğrafı size hediye ederek bitiriyorum.
Herkese mutlu cumalar!












16 Şubat 2024 Cuma

Bugün Cuma


Akan suyu severim ben
Işıldayan karı severim
Bir yeşil yaprak
Bir telli böcek
Yeşeren tohum
Güneşte görsem
Sevinç doldurur içime
Bir günü
Güzel bir günü
Güneşli bir günü
Hiçbir şeye değişmem

Necati Cumalı'nın bu şiirini çok severim. Bu haftasonu tam böyleydi duygularım. Güneşliydi, yapraklar yeşildi, kuşlar ötüyordu, bezelyelerim yeşermişti bahçede. Kulübemizde şubat ayında yalancı baharı yaşıyorduk.Cumartesi biraz çalışalım dedik, odun kırdık, taşıdık, biraz ot yolduk ve çokca yorulduk. 
Güne güzel ve keyifli bir kahvaltıyla başlayıp ara da çay kahve molası yaptık. Aslında böyle yaşamda çok güzelmiş, bende emekli olsam şu yavaş yaşamın içinde bir kaç yıl yaşasak mı diye hayal kurduk. 


 
                                  Zihin yorgunluğuna, hayat telaşına, dünya kötülüklerine ilaç bedenen çalışmak ve yorulmak gibi geliyor bana. Kulübenin işleri çok, az bir toprak da olsa işler çok ama yavaş yavaş bunları yapmayı seviyoruz. Odunları yerleştirmek, sobaya ince odun hazırlamak, taşımak neredeyse yarım günümüzü aldı. Arada çay-kahve molasının tadı birşey de yok. Haftasonu hiç bitmesin istiyoruz.


Peygamberimizin '' Allahım hayretimi arttır.'' diye dua ettiğini okumuşum yanlış hatırlamıyorsam. Bu hadisi her zaman düşünürüm ne demektir, niye böyle dua etmiştir diye. Doğadayken bunun önemini az biraz seziyorum. İnsan nereye baksa hayran oluyor, içi saf bir mutlulukla doluyor, minnet duyma, şükretme ihtiyacında oluyor. Hayret belki bu duyguların tamamı. Yaradan karşısında ki aczini hissetmesi..
Şubat ayının olmayan soğukları bizi kaygılandırsa da bahar gibi havayı kaçırmıyoruz. Odunları kırmaya başlamadan oturacağım köşemi de hazırlıyorum.


                  
                Bu hafta ki kitabım Anka. Sadık Yalsızuçanlar'ın dilini, kurgusunu sevmiştim diğer kitaplarını okurken. Sevgili Zeynep hediye etmiş, okunmak üzere duruyordu ve işte bu hafta sırası gelmişti.


   Paul Auster'in son kitabı Baumgartner’den sonra babasının ölümünü anlattığı Yalnızlığın Keşfi'ni kitaplığımdan bularak tekrar okudum. Yazarın 1982 yılında babasının ölümü üzerine yazdığı kitabı bir zamanlar sanırım üniversite yıllarında okumuştum ama aklımda kalan bir tarafı yoktu. Yaş ilerledikçe okunan kitapların mahiyeti çok değişiyor. 



                “Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.”
                 Proust ne güzel anlatmış aşkı, sevgiyi. Ne verirsek insanlara, çocuklara fazlasıyla bize döneceğine inananlardanım. Sevgi eksikliğinin çok tehlikeli olduğunu, kötülükleri doğurduğunu görüyoruz dünya da, çevremizde.


         Hafta içi çıkılan yollar, sokaklar.. Kendini tekrar eden hayat ama şikayet etmiyorum. Tüm rutin hayatımı seviyorum, fazlasını istemiyorum çünkü bunları yapacak güce, sağlığa sahibim çok şükür. Sabahın sekizinde otogarda bir banka oturup kitabımı okumayı, 3-4 sayfa okuyunca mutlu olmayı, az sonra köye gitmeyi, öğrencilerimle olmayı seviyorum.



                      Baksanıza şu minik ellere. Bu hafta sarı haftası yapalım dedim. Hadi çocuklar arı resmi yapalım, şöyle tombul ,sarı sarı arılar iyi olmaz mı? Ama ben yapamam ki lafları havada uçuştu ama bakar mısınız şu resimlere..



                                                Sarı da giyindik, limonata kurabiye yaptık. Öyle çok sevdiler ki haftaya tekrar edeceğiz kısmetse. 
                                     Velilerimizle de geçen ay kitap okuma etkinliğine başladık. Mustafa Kutlu kitaplarından birini ilk kez okudular anneler. Anlamını bilmediğiniz kelimeleri de not alın demiştim, onu da yapanlar olmuş, kitabı beğenen beğenmeyen de vardı ama en azından böyle bir etkinlikte birleşmemiz önemliydi. 



Bu hafta annemden iki fotoğraf var. Penceresinden hem sabah hem de akşam manzarası..



Annelerimiz ve babalarımıza yeteri kadar önem göstermediğimizi görüyorum hayatta. Bu yaşıma kadar ben de böyleydim ama son yıllarda kıymetleri çok arttı. Belki yaşla birlikte belki anne olmamdan dolayı bu hassasiyet oluştu. Kuranı Kerim zaten bunu bildirmiş, bir bakın şu ayete;

''Biz insanoğluna, ana babasına güzelce itaat etmesini ve onlara her zaman iyi davranmasını emrettik. Fakat annenin yeri bambaşkadır. Çünkü annesi onu nice zahmetlerle dokuz ay boyunca karnında taşır ve nice zahmetlerle dünyaya getirir. Öyle ki, çocuğun anne karnında taşınması ve sütten kesilmesi, tam otuz ay sürer. Nihâyet çocuk olgunluk çağına erişip kırk yaşına varınca, “Ey Rabb’im!” diye yalvarır, “Bana ve anne. babama verdiğin nîmetlere gereğince şükretmeyi ve hoşnut olacağın güzel ve yararlı davranışlar yapmayı bana nasip eyle! Bana da hayırlı bir nesil bağışla! İşte ben, günahlarımdan tövbe edip Sana yöneldim ve hiç kuşkusuz ben, yalnızca Sana boyun eğen bir kimseyim!”

Ne güzel bir de dua var bu ayette...


Hafta içi sadece bir arkadaşımla buluşup sohbet edebildim. Çok sevdiğim değer verdiğim arkadaşıma buradan selamlar :)



Hadi şöyle bitirelim. Payot İrade Terbiyesi'nde sayfa 101 de şöyle diyor;
''Kargaşadan uzak durmak, tefekkür etmek, içimizi dinlemek, faydası olacak kitaplar okumak, notlarımızı tekrar tekrar okumak ve hangi davranışın nasıl bir tehlike yaratabileceğini somut olarak derinlemesine düşünmek...

Hayırlı cumalar!







9 Şubat 2024 Cuma

ŞUBAT CUMASI

                           Şubat ayının gelmiş olmasına, okullarda ikinci dönemin bitmesine hatta sömestr tatilimizin su gibi akıp geçmesine hayretler içinde bakıyorum. Çok hızlı geçiyor hayat arkadaşlar! Saatler geçmiş gibi geliyor ama haftalar bitmiş yeni bir ay yeni bir mevsim gelmiş oluyor. Zamana yetişemiyorum, böyle sürekli olması tat bırakmıyor ne yaşadığımı idrak edemez hale getiriyor. Zamanın amansız oluşu hayatı zehir ediyor, anlamsızlaştırıyor bende. Durmadan eskilere dönüp bir şeyleri özlüyor buluyorum kendimi. 

                       Edebiyat ruhumu sakinleştiriyor, anlam katıyor hayatıma, yardım ediyor zorluklara. Hiç bir zaman bıkmayacağım bir şey edebiyat, kitap kokusu, sıra sıra duran kitaplar... Güzel bir seyahat sonrası dinlenmeye çekildiğimizde kendimi yoğun bir okumanın içinde buldum. Uzun saatler kitaplar okudum, düşündüm, hayal kurdum. Bir kahve ya da çay eşlikçisi kitap gibi güzel bir şey var mı bu dünya da?


Bağ evine gittik tatilin ikinci yarısında ve tam 8 gün burada kaldık. Biraz uzak kaldık teknolojiden, haberlerden, gürültüden. Kulübe diyorum evime çünkü bu kavramı çok seviyorum. Kulübemde tv yok, internet yok tabi böyle olunca dünyadan haberlerde yok. Zihnim öyle temizlendi ki anlatamam, bakmayı tercih etmesek de kötü bilgiden ya da haberden bir göz ucuyla bulaşma bile insanı ne kötü etkiliyormuş anlamış oldum. Sadece cep telefonumda çok az internet var, onu da gün içinde mesajlar için açtım ya da instagramda kısa hikayeler paylaşmak için.



O hafta çok soğuktu. Sabah kalktığımız gibi sobayı yakıyorduk, tabi yakana kadar buz gibi evde donuyor soba için hazırlıkları tamamlamak için en az bir saatimiz geçiyordu. Geceden kalmış sobayı temizle, külleri bahçeye dök, odun ve tahta taşı, günlük harcayacağımız odun için büyük sepeti doldur, şansın varsa tütmeden sobayı yak, evi havalandır ve tutuştuysa soba üzerine çay için su koy. Her gün tekrarlanan ve soğukta zorlandığımız bu işleri öyle keyifle yaptım ki anlatamam. 
Kulübemiz öyle dağın başında değil. Hem şehir hem köy gibi bir yerde. Yürüyerek ekmek almaya fırına gidip gelebildiğimiz bir yerde. Ama etrafta fazla ev olmayınca ortalık sessiz. Bu sessizliği yıllardır duymamıştım. Gecenin ve sabahın sessizlikleri farklı. Sabah dah bir canlı hayat. Kuşlar etrafta çok koşturuyor. Bu sessizlikte kulaklarımın çın çın çınladığını farkettim. Meğer iki kulağımda aşırı ses varmış, şehir gürültüsünde hiç duymuyormuşum. Sessizliğin ağır bir yükü var, ağır bir bedeli. 


Artık okul zamanı gelince pazar günü şehirde ki evimize döndük. Denizi de özlemiştik. Deniz kenarında yürümeyi, o tuzlu havayı ciğerlerimizin her zerresinde hissetmeyi, o maviyi, kuşlarını, denizin berrak oluşuyla içinin kıpırtısını hep hep özlemişiz.



                         Annemle babama gidip kahvaltı yaptık. Ona aldığım gülleri hemen önümüze koyup ne çok çiçek sevdiğimizden bahsettik annemle. Canım ananeciğim Makbule hanımcım da böyleydi. Evinin önünde ve arkasında ki bahçede ayrı çiçekler, cam önlerinde duran saksı çiçekleri ayrı bir güzeldi. Genetik miras bu bence şimdi de bana geçti. Hem size sır vereyim böyle çiçek sevgisi ( hayvan da aynı ) olan insanlardan korkmayın, dünyanın en temiz yürekli insanlarıdır!




                                 Bu hafta başladığım kitap işte bu. Yazarın kendi hikayesi de çok üzücü. Yazdığı romanda ne yazık ki bir çok ülkede  sevgisiz büyüyen ve hayatın sillesini yemiş mutsuz kadınların öyküsü, çok üzücü çok zor hayatlar. Annesiz büyümüş, babasının sevgisini alamamış bir kızın büyüme zorlukları sömürge ülke kaderiyle ve siyahi olmanın zorluklarıyla da birleşince yaşam bazı insanlar için çok zor. 
Kitap okumalarımı her yerde özellikle minibüste bir tepki bir eylemi olarak yapıyorum artık. Çünkü artık kitap okuyan kalmadı, herkesin başı önünde ve telefonlarının üzerinde. Bu kadar ekrana secde eden insan toplulukları bilim kurgu filmlerinde gibiymiş geliyor.



               Bu hafta okulun açıldığı ilk hafta olunca dönem başı toplantımız oldu dün . Havada güzel olunca çıkışta yürürken bu devasa ağaca rastladım . Mahalle içi apartmanlar arasında bir vaha.
Bugün cuma ve yarın haftasonu tatili güzel bir havayla geliyor. Yazımı kapatmadan iki önerim olacak. Tabi ki Fatma Barbarosoğlu'nun cuma yazısı .. Ben bir çok yazısını çok beğeniyorum. Linkini bıraktığım yazıyı da çok doğru bularak okudum.
Bir de geçen akşam Youtube'da çok ilginç bir kıza denk geldik. Otostopla gece demeden gündüz demeden Türkiye'de bir çok yere gidiyordu. Başta konuşma tarzı çok kaba geldi ama bir kadın olarak böyle cesur olması ilgimi çekti artık tek tek yaptığı videoları seyrediyorum. Dün gece mesela Afganistan'a gitmiş sokak sokak geziyordu ve çok tepki görüyordu.

Herkese mutlu ve huzurlu günler dilerim!









4 Şubat 2024 Pazar

SOFYA'DA BİZ

                 Bir Şehir Nasıl Gezilir?

                 İlber Hoca şöyle maddelemiş;

- Bir şehri ilk defa görüyorsanız bir dakika bile dinlenmeyeceksiniz.
- Yürüyeceksiniz. Gençsiniz ve bir şehirde gönlünüzce yürümüyorsanız orayı gezdiğini söyleyemezsiniz.
- Bir şehre ilk defa gidiyorsanız çok yoğun bir program yapacaksınız, illa ki yorulacaksınız.
- O şehir hakkında her fırsatta okuyacaksınız, hatta o şehri gezerken bile okuyacaksınız, 20 saat geziyorsanız mesela, iki saat da okuyacaksınız. Gezi sırasında okuyacaksınız.
- Harita bakacaksınız, fotoğraf çekeceksiniz, not tutacaksınız.
- Müzeleri gezeceksiniz ama mutlaka çarşıya pazara da karışacaksınız. Bunları görmeden o çevreyi tanıyamazsınız.
- Güvenliği hesaba katarak şehri gece de gezin. Gece bir şehrin güzelliğidir.

             Bizde neredeyse tüm dediklerini yaptık sadece o şehir hakkında okumadım. Bilmiyorum ama artık ülkelerde gezerken hangi bina neydi kim yapmıştı diye öğrenmek istemiyorum. Çünkü şimdiye kadar okuyup gördüklerimden birşey aklımda kalmadı, her şey karıştı birbirine.

            Bu sömestr tatilinde trenle gezmek istedik. Geçen yıllarda Kurtalan Ekspresiyle Malatya, Kayseri, Sivas şehirlerine gidip neredeyse on gün doyasıya gezmiştik. Bu sefer  yurt dışı olsun deyip Sofya'ya gitmeye karar verdik.


İstanbul Halkalı'dan akşam kalkan Sofya trenine binerek seyahatimiz başlamış oldu. Biliyorsunuz  Sofya treninde ki yolculuğumun videosunu Youtube'a yüklemiştim. Merak edenler bakabilirler.


                    Sofya'ya sabah 11'de vardık. Booking üzerinden iki ayrı otel ayarladık. Bir şehre gidince farklı otellerde kalmayı seviyoruz.  İlk otelimiz gara da yürüme mesafesinde olan Hotel Lion Sofia'da  iki kişi gecesi 80 euro ödeyerek kaldık. Otelimiz bu fotoğrafta görüldüğü gibi köşe başında merkeze yakın büyük bir otel. Kahvaltıda içindeydi ama kahvaltı menüsü vardı. Odamız büyük ama mobilyalar eskiydi. Gittiğimiz gün çok soğuk olmasına rağmen ısıtması güzeldi. İlginç olan banyoda havlular olmasına rağmen ayak havlusunu vermediler. Onun dışında bir problem yaşamadık. Özellikle kahvaltıyı yaptığımız yer gün içi dolup taşan bir kafenin olmasıydı. Cafe 1920 bu otele ait bir yer, biz de burada çok keyifli kahvaltı yaptık 2 gün boyunca.


Kahvaltımızı yaptığımız gibi sokaklara çıkıp gezdik. Gece döndüğümüzde telefona baktığımızda 25-30 bin adım attığımızı görüyorduk. Sofya çok büyük bir şehir değil. Ama tarihi yerleriyle, kafeleri, lokantalarıyla güzel bir şehir. Gittiğimiz gün şansımıza kar yağmış, gece ısı -11'e kadar düşmüştü.


                     Kış olup kar yağmış olması seyahatimize çok büyük mutluluk kattı. Yağmur olsa gezmek daha zorlaşıyor ama bir taraftan kar bir taraftan soğuk eller ceplerde yavaş yavaş şehirde yürümek, dolaşmak, keşfetmek gibisi yok. Üşümediniz mi diye çok soran oldu ama inanın hiç üşümüyorsunuz. Eğer ayaklarınız ıslanmıyor, iyice yüzünüzü gözünüzü sarmışsanız hiç korkmayın. Şehre çıkın akşama kadar gezin..







Bir şehirde merak ettiğim yerlerin başında orada ki tarihi camiler ve kütüphaneler geliyor. Sofya'nın merkezinde etkin bir şekilde kullanılan Mimar Sinan tarafından yapılmış bir cami var. Banyabaşı Cami. Evliya Çelebi'nin bu cami için '' Sofya'da en güzel minaresi olan camidir '' dediği söylenirmiş. Bu camide de namaz kılıp dua ettik ya çok mutlu olduk..


Caminin yakınında açıkta kazı alanı gibi kalmış antik kalıntılarda görülüyor.


Tüm gün gezerken ısınmak için girip içtiğimiz yorgunluk kahvelerinin tadı bir şey de yok..



Şehirde birbirinden güzel kafeler var, şuraya gidip bunu için demeyeceğim. Neyi beğenirseniz gidin deneyin. İçtiğimiz her kahve çok güzeldi.


             Şehir kütüphanesini de bulup içini gezdik. Hatta çalışanlar ingilizce bilmiyorlardı ki bizde fazla bilmeyiz gerçi- merakla bize soru sormaları, etrafı gezdirmeleri çok tatlıydı. Oda oda çalışma yerleri olan bir kütüphaneydi, dediğim gibi her ülkede bulunan kütüphaneleri, kırtasiyeleri gezmeyi çok seviyorum..


Gelelim meşhur katedraline. Gerçekten çok etkileyici bir yapı olan Aleksander Nevski Katedrali Bulgaristan'ın sembolü olarak kabul ediliyormuş. Bu katedral Bulgaristan'ın bağımsızlığı için savaşıp ölen 200 Rus Askeri için inşa edilmiş.


Sveta Nedelya meydanı şehrin tam kalbi ve burada bulunan Aziz Nedelja Kilisesi antik şehrin ortasında bulunan eski bir kilise.





                                                    Şehir gece de çok güzel...


                 Biz ikinci otel olarak yine şehrin tam ortasında bulunan tarihi Sofia Balkan Palace otelde gecesi 130 euroya kaldık. Fotoğrafta görülen bu otel gerçekten tarihi bir saraydı.


Otel odamızın penceresinden..


Bulgaristan'ın meşhur salatası Şopskaydı galiba adı. Domates, salatalık, köz biber ve üzerinde rendelenmiş peynirle harika bir tat. Börekleri de çok güzel özellikle Banitsa denen böreğinden her gün yedim öyle güzel bir börek ki.



             Merkezde sokağın ortasında böyle sıcak su çeşmeleri vardı. Bunlar termal sularmış, insanlar damacana getirip dolduruyorlardı.



                          Şehri dört gün boyunca sabahtan akşama kadar gezdik dolaştık. Uzun zamandır evde oturduğumuz ve en son farklı bir ülkeye 2020 yılında gittiğimiz için öyle özlemişiz ki yürümeyi, bilmedik sokaklarda kaybolmayı bu seyahat çok iyi geldi bize. Fırsat buldukça video da çekip youtube kanalına koydum. Bunu da aşağı da izleyebilirsiniz..


Sofya'dan Plovdiv'e yaptığımız yolculuk yakında yine burada.. 
Hoşçakalın!









Merhaba Cuma

                          '' Kendini sevmezsen başkasını nasıl sevebilirsin ?'' diye soruyor Tina Turner Mutluluk Sana Yakış...