23 Şubat 2024 Cuma

Cuma Gidiyor!

                                

                 Bazı olaylar, kişiler ya da durumlar çakışır hayatımızda, önümüze ardı ardına çıkar. Geçen cuma akşamı keyfim yerindeydi; bloguma yazımı yazmış, okuldan çıkmış pazar yapmış ve önümde uzanan uzuuun bir cuma gecesinin keyfini düşlemeye başlamışken bir telefon konuşmasıyla moralim bozuldu. Çok önemli bir mesele değil merak etmeyin, her evde olan anne kız tartışması. Kızımla ilişkimizi şimdi durduğum yerden değerlendirince kimbilir ne hasarlar bıraktım onda, nelere yetebildim, nelere yol açtım, hangi olumsuz duyguları yeşerttim ruhunda diye çok sorguluyorum. Büyük hayaller ve ümitlerle başlanan ebeveynlik sürecinde sanırım hiç kimse tam bir memnuniyete sahip değil. Hırslı ve çalışkan anne ya da babaların çocuklarında tam tersi tepkimelere yol açıyor. Ben ''nasıl olurda bu kadar bana ters bir çocuk yetiştirebildim? diye moralim bozulduğunda bir film seyredeyim dedim can sıkıntımı bastırmak için. Sekiz Dağ'ı açtım ve 2.5 saat süren bu filmle bir kez daha insan doğası denen şeyin aslında bir çok şeyin nedeni olduğunu gördüm. Filme bayıldım tabi ki dağlarda, ormanda ve bir kulübede geçen sahneleri sayesinde. Orada ki babanın tutkusunu, 11 yaşında ki oğluyla yaşantısını ve sevdiklerini paylaşmak istemesini, o yaştan itibaren çocuğun özellikleri ve kişilik özellikleri yüzünden bunun olmamasını görünce bu sorunun evrensel olduğunu tekrar anladım. Üstelik bu çocuk 20li yaşlara gelince babasının yüzüne '' asla senin gibi olmayacağım'' diyordu. Sizinde bir çocuğunuz varsa bu cümle altında öyle bir eziliyorsunuz, adamın acısını öyle bir hissediyorsunuz ki. Sonrasında kopan  aile ilişkisi ve 30lu yaşlara gelince çocuk ölen babasıyla değişen hayatını görünce kafasına dank ediyor ama iş işten geçmiş oluyor.  ''Zamanında hiç bir şeyin değeri anlaşılmıyor''.



                       Bu paralel olaylara bir kitap da eşlik etti. Gerbrand Bakker'in Yukarıda Ses Yok. İkiz çocukların bile aynı aile içinde farklı özellikler geliştirip birinin babayla olan ilişkisi üzerine yoğunlaşan bir kitaptı. Harika bir kitaptı benim için. Yine kırsalda yaşamayı, insanlardan kopmayı seçmiş ellili yaşlarda ki bir adamın hayatını şekillendiren babasıyla hesaplaşmasını, artık elden ayaktan düşen bu aciz adama olan tutumunu, eve gelen bir gençle birlikte onunda bir ebeveyn durumuna girmesini başarılı bir dille okumak büyük bir edebiyat keyfi yarattı.

                  Edebiyat ve sinema hayatta biraz yaralarımızı sarıyor, farklı hayatları önümüze sererken dünyada bu tür şeylerle boğuşan sadece tek sen değilsin diyor. Beter durumları görürken hatta küçük hayatlarımızı daha bir seviyoruz. Başka bir film daha var; kırsalda geçen ağır ağır ilerleyen, kasvetiyle sizi sıkan ama bu sıkılma bile filme çok şey katıyor, Vanskabte Land adı.İlk film İtalya Alplerindeydi, bu ise İzlanda'da. İzlanda'nın doğasını biliyorsunuz, bir de kış olunca o kasveti düşünün. Yönetmen Palmason '' Ölümde yaşamın ta kendisini görebiliyorsun. Bizi Bir arada tutan şeyin aslında ölüm olabileceğini öğrendiğimde çok şaşırdım. Filmin özünde bu yatıyor, yüreği bu .''  demiş.



                                               Başka bir kesişme de şöyle oldu. Lucy Caldwell'in Yakınlıklar kitabını okurken bu güzel blogta   ( Mutlaka gidin bu bloga Moskva Slezam Ne Verit (Moskova Gözyaşlarına İnanmıyor) filmini tavsiye ettiğini gördüm ve hemen seyrettim. Hatta filmin altına yorum yazan biri 30 yaşın üzerinde ki bir çok kadın bu filmi seyredince Hayat 40 yaşından sonra başlar diyecektir, diye yazmıştı. Filmde kitap da kadınların hangi ülkede olursa olsun karşılaştıkları evrensel sorunlarını temel almış. Kitap da farklı farklı hikayelerde çeşitli konumlarda ki kadınların eşle, çocukla hatta kadın olmakla imtihanını barındırıyor. Yazar oldukça etkili bir dille yazmış, neredeyse tüm kahramanlarda kendinizden bir parça buluyorsunuz. Bende hem filmi hem de kitabı tüm erkeklere tavsiye ediyorum.


''Yaşamın anlamı nedir? İşte bu kadarcık - basit bir soru. İnsan yaşlandıkça zihnini büsbütün uğraştıran bir soru. Göklerden beklenen o yüce açıklama belki de hiç gelmiyordu. Onun yerinde ufak tefek günlük tansıklar, aydınlatmalar, umulmadık bir anda karanlıkta çakılan kibritler vardı.
Sen" ve "ben" ve "o" hepimiz geçip gidiyoruz; hiçbir şey kalmaz; her şey değişir; ama sözcükler kalır, resimler kalır."


Deniz Feneri | Virginia Woolf

İnsan yaşlandıkça anlam araması azalıyor bence. Woolf'un dediği gibi hepimiz geçip gidiyoruz, geride sözcükler, resimler kalıyor.
Şu fotoğrafta ki huzura bakın, fırına girmeden önce kuruyemişli kek. Az sonra etrafa tarçın, karanfil kokusu yayılacak..




                   Bahçeden toplanan ürünler.. Soba külünü bile ziyan etmiyoruz çünkü bahçede bitkiler için faydalıymış..




                             Pessoa'nın "Sadece başka memleketlerin denizleri güzeldir. O gördüğümüz deniz daima hiç görmeyeceklerimizin hasretini çektirir bize.'' diye bir sözü vardır. Hep aklıma gelir bizim denizi gördüğümde. Sabahları erken saatte okula deniz kenarından yürüyüşümü yapar, deniz havası alırım. Başka denizleri özletir doğru, yüzebildiğimiz denizleri özlerim. Biliyorsunuz Marmara Denizi özellikle İzmit Körfezinde yüzülecek gibi değildir bence.


                                 Okula gittiğimde soba yanıyordur, çocuklar yavaş yavaş gelmeye başlar. Bir çay alırım ya da limonlu su. Çocuklar öyle güzel oyun kuruyorlar ki, hep diyorum şu çocuklara ne verirseniz fazla fazla kazanım olarak veriyorlar. Tablet, tv gibi ekran bağlılıkları ailelerin çocuklarla fazla ilgilenmeden onlara sorun çıkartmamalarına araç olarak kullanılıyor. Eylül ayında oyun kurmayı, oynamayı bilmeyen çocukları görseniz artık öyle güzel roller alarak hem de her gün aynı oyuncakları aynı mekanı kullanarak hiç sıkılmadan saatlerce oynuyorlar.


Arkadaşlarla bir gece oturması...



Bu hafta tarihte bugünde karşıma bu foto çıktı. 7 sene önce Fenerbahçe parkına gitmişiz, ohh banklara da yatmışım ağaçları seyrediyorum. Hava da bugünlerde ki gibi güzelmiş. 


Haftanın yazısını kardeşimin sahilimizde çektiği fotoğrafı size hediye ederek bitiriyorum.
Herkese mutlu cumalar!












11 yorum:

  1. Moskova Gözyaşlarına İnanamıyor yıllar önce İstanbul Film Festivalinde oynamıştı sanırım, yoksa Sinematek'te mi gösterilmişti de izlemiştim, şimdi hatırlayamadım. :)
    Filmin adı nasıl da şiirsel...

    YanıtlaSil
  2. Az önceki film yorumunu anonim olarak mı yazmışım acaba? Öyleyse o benim. :))

    YanıtlaSil
  3. Çok incesin! Kıymet verip okuduğun, yorumladığın, yetinmeyip link verdiğin için teşekkür ederim. Her zaman beklerim, her zaman okuyorum.

    YanıtlaSil
  4. Sanırım ebeveynlerle çocuklar arası, yaş kaç olursa olsun sorunlu hatta çözülememiş sorunlu olabiliyor.

    YanıtlaSil
  5. hayat ne güzel bir şey işte yaaa :) ayrıca, deniz feneri de ne kitap ama yaaa :)

    YanıtlaSil
  6. Ne güzel bir hafta olmuş, çocuklar ne kadar şanslı senin yanında, annelik mevzusuna gelince ben artık geri çekildim, çatışmaktan hoşlanmıyorum. Açtığım su yoluna güvenmek dışında yapacak bir şey olmadığını düşünüyorum. Bazen rahat bazen takılarak, bazen yoldan taşıp, tekrar yola dönecekler diye düşünüyorum. Sevgiler...

    YanıtlaSil
  7. 8 Dağ filmini iyi ki tavsiye ettin, bana da anlamlı kapılar açtı. Gerçek anlamda, doğanın içindeki insanın bambaşka görüntüsüyle karşılaşıyor insan. Belki de konuşmaktan ziyade düşünmenin ve izlemenin büyük katkısı vardır yaşama ve insan ilişkilerine.
    Çok güzel yazmışsın, teşekkür ederim paylaştığın için. 🙏👍💖

    YanıtlaSil
  8. Kitaplar ilgimi çekti bakacağım bende onlara. Bol keyifli günlerin olsun..

    YanıtlaSil
  9. Dolambaç ve Yukarıda Ses Yok adlı kitapları sevmiştim ama yazarın son kitabını beğenmedim.

    YanıtlaSil

Merhaba Cuma

                          '' Kendini sevmezsen başkasını nasıl sevebilirsin ?'' diye soruyor Tina Turner Mutluluk Sana Yakış...