Bu cuma sonbaharla dolu bir yazı hazırlayacağım size. Geçen hafta cuma günü pazara gittiğimde mevsimin artık tam olarak geldiğini gördüm; tezgahlar sarının tonlarıyla dolmuş, yaz meyve ve sebzeleri yavaş yavaş giderken nar, kestane, mandalina, kuşburnunu çıkmış gördüm. Evet her sene aynı döngüyü görüyorum, evet her sene mutlulukla doluyor, benim mevsimim aslında sonbahar diyorum. ( Gerçi ilkbahar ve yaz geldiğinde de bunları dilime doluyorum ama olsun )
Kışa yavaş yavaş girmeye, üşümeye, yağmura doymaya, karın yağmasına, sobaları yakmaya, gri gökyüzünü görmeye can atıyorum. Ne güzel bir ülke de yaşıyoruz, tüm mevsimlere doya doya..
Hayatı otellerde, bekar odalarında geçen, daima sıcak yuva özlemiyle yaşayan Yahya Kemal şöyle demiş;
'' Büyük şair, büyük edip olmaktan daha önemli üç şey vardır; Birincisi evlenip yuva kurmak, ikincisi bir ev sahibi olmak, üçüncüsü bir tarafta kimseye muhtaç olmayacak kadar para bulundurmak. Ben bunların üçünü de yapamadım.''
Ben ise üçüne de sahibim, inanın her gece başımı yastığa koyduğumda çok şükür yan yastıkta yıllarımızı beraber geçirdiğim güzel bir insan , yan oda da her şeyim kızım , üzerimizde çatı ve güvenle sağlıkla yaşadığımız ülkemiz var diye minnet duyuyorum. Kızdığım çok şey var yaşarken, bunaldığım, üzüldüğüm dolu konu var ama çok da şeye sahibim ve bunun farkındayım.
Cuma günü balık günüdür bizim burada. Palamut sezonu gelmiş, hemen alıp denedim tanesi 100tl. Oldukça büyüktü, iki kişi doya doya yedik . Yağlanmış, lezzetlenmiş. Köy kabakları da gelmiş, testereyle kesip satılıyordu ama henüz alıp tatlısını yapmadım. Acı biberlerin demeti 50 tl idi, alıp mutfağa asıyorum, çok güzel dekor oluyor. Tam kuruyunca da robottan çekiyorum.
Şu güzelliklere bakar mısınız!
Eve dönemin ilk cuma çiçeğini de aldım. Kasımpatılar.. Bahçeye ekmeyi düşünüyorum bir kaç gün sonra. Bu kadar küçük saksılarda yetişmez ama her sene alıp bahçeye ekmeme rağmen bir daha ki seneye çıkmıyorlar. Salonumda ki sehpamı da sonbahara göre hazırladım. Artık evimin içinde de güz havası var.
Bağevimize de gidip sonbahar dokunuşları yaptık. Hele oraya bir anda güz gelmiş sanki. Yapraklar dökülmeye başlamış, ortalık sessiz, kuşlar bahçeye konup konup duruyor. Asmamda ki yapraklar yavaş yavaş dökülmeye başlamış.
Kütüphaneye giderek 3 kitap aldım bu hafta. Ali Şeriati'nin kitabı zaten bir solukta okunup bitmişti. Sadık Yalsızuçanlar kısa öyküleri de okundu bitti. Benim Dağlarım kitabında Dursun Çiçek doğduğu toprakları, gezdiği dağları anlatıyor. Öyle seviyorum ki dağları yazan, seven insanları..
''Dağda olmak fıtrata dönmek demektir. Emanetin insandan önce dağa teklif edilmesinin anlamı da budur. Dağın bilinci ve iradesi vardır, çağrısı vardır.''
Dağların bir ruhu olduğuna ben de inanırım.
Heidegger otuz yıl Kara Ormanlarda yaşarken kırsalda yaşayan insanın yalnız olduğu yanılgısından bahseder. Dursun Çiçek de şöyle yazmış kitabında;
''Kentte yalnızlık içinde boğulan insan, dağlarda "yalnızlık" içinde âdeta bir coşkuyu yaşar. Dolayısıyla dağdaki insan kentteki gibi "tek başına" değildir. ''
Şehir yaşamının hiç bir çekici yanı kalmamışken benim için, dağlara ait her söylem, her yaşantıyı büyük bir hazla okuyorum.
Okuduğum diğer kitap İbrahim Tenekeci'nin Öbür Divan. Köşe yazılarını derlemiş toplamış. Her yazı ders verir nitelikte, tatlı tatlı kulağımızı çekiyor. Altı çizilecek dolu sayfa var. '' Peki, insan nerede? Hepimiz birden nereye gittik? ''
''Hemen söyleyelim: emeğe ve ekmeğe hürmet etmeyen, insanları ve imkânları hor kullanan, hakkına razı olmayan, kıskançlık ve kibir gibi kötü huy taşıyan kimseler, ilgi alanımızın dışındadır. ''
''Eskiler 'söze, dinlemek kapısından giriniz' diye nasihat eder. Bu, söze saygı göstermek demektir. Dinlemeden, dolayısıyla anlamadan konuşursak, derdimizi de anlatamayız. Buna ilaveten bir de atasözümüz var: "Saygısız ağız. anahtarsız açılır."
Bir iki arabamla okula gittim ama sonra 1300 adım atarak otogara gidip köy minibüsüne bindim okula gitmek için. Niye bu zahmete giriyorum? Sabah yaptığım bu zorunlu yürüyüş çok iyi geliyor. Çıkışta da zorunlu yapılan bir yürüyüşle kendimi daha iyi hissediyorum.
Sabah minibüsü bu bankta bekliyorum. Her sabah aynı insanlar etrafımdan geçiyor. Herkesin bir koşturması var.
Dün bir veli çocuğuna götürmek üzere bir paket verdi. Çocuğun öğle yemeği. Ne yazık ki yıllardır gözlemlediğim bir şey bu; anneler ev hanımı olmasına rağmen hatta ekonomik durumu iyi olmamalarına rağmen hep marketten beslenme koyuyorlar. Kendimi düşünüyorum; lise bitene kadar kızıma hep evden besleyici sandviçler hazırladım, kahvaltısız bir gün bile göndermedim. Bunları görünce tek çocuğa sarfettiğim enerjiyi üçer beşer çocuğu olanlardan fazla olduğunu söylüyorum hep. Çünkü konu sadece beslenme değil; dersler, geziler, ilgi alaka her şey.
İlk dizi Fake. Konserve Ruhlar instagramda şöyle bahsetmişti dizi hakkında, ben de merak etmiştim;
''Biraz kenarda kalmış güzel bir dizi Fake. Bir insanın kendine inanması, kendini tanıması ve o güce ve güvene tutunması o kadar önemli ki. Aile ve sosyal çevre ne kadar baskın olursa olsun insan önce kendini dinlemeli. Ama bu hiç de kolay değil artık çağımızda. Kendini duymak bir mesele. Kendini duyman, dinlemen için bile bir sürü şeye ihtiyacın olduğu algısı o kadar dayatıldı ki bu normal oldu. Kendine inanman için bile yetkili makamlardan onay alman gerekiyor. Oysa derinlerde bir yerde bir kuyu var ve tek yapman gereken o kuyuya bir taş atıp gelecek sesi dinlemek.
Gazeteci Stephanie Woods’un bir dolandırıcıyla yaşadığı gerçek hikayeyi konu alıyor dizi. 2019 yılında yayımlanan kitabından uyarlanmış. Bu tarzda gerçek belgeseller de izlemiştim Netflixte. Bir gazetecinin böyle bir tuzağa düşmesini, gözünün önünde ki gerçekleri görmemesini yoğun yalnızlık ve sevgi açlığına bağlıyorum ben. Henry David Thoreau’nun Walden kitabından yapılan alıntılar zaten gözünü iyice boyuyor kadının.
Diğer dizi hem yer yer komik hem trajik Tiny Beautiful Things. 40 yaş sonrası kadınlar bu iki diziyi sevecektir. Özellikle ikinci dizide çok şey buldum, özdeşim de kurunca iyice beğendim. Hele 7. bölümde gözlerim yaşara yaşara seyrettim. Ama şöyle de bir gerçek var, -ki artık çok sinir oluyorum bu duruma- gereksiz seks sahneleri, eşcinsel dayatmalarıyla ne sosyal yapımıza ne kültürümüze uygun değil. Her dizi ya da filmde eşcinsellik, cinsel açlık, kadınların özgürlük ayağına cinsel fanteziler yaşıyor gibi gösterilmesi bana erkek kafasının bize yaptığı büyük bir baskısı olarak görüyorum, gizli bir şartlandırma yapılıyor bu algılarla.
Okula giderken ve okul çıkışında her gün farklı görüntülere şahit olmam mevsimlerin hediyesi.
Sabah yürüyüşünde ki o alacakaranlık..
Hayatımda çok şükredeceğim, mutlu olacağım ve olduğum dolu an var. Sosyal medyada denk geldiğim haberler, videolar ile ruhum öyle daralıyor ki. İnsanların bu kadar alçalabileceği, kötü olacağı zamanlar olmuş mudur acaba? Kendi ailesine, etrafında ki canlıya bile kötülük yapabilenden hayır gelir mi? Kötülük olmasa bile saçmasapan videolar paylaşmak, bunları seyretmek, vaktini, ömrünü ekran karşısında harcamak nasıl bir aymazlık, anlamıyorum. Bunlara karşı aman banane diyemiyorum, çok çok üzülüyorum. Çünkü çoluk çocuk öyle bir batakta ki , sonumuz hayrolsun.
Doğanın mucizelerine karşı böylesine boş olmamız ne acı..
Canımızı sıkan bunca şeye rağmen yaşamaya mecburuz, güzelliklerin peşinde olmaya ve paylaşmaya mecburuz..