28 Şubat 2011 Pazartesi
HAFTASONU YAĞMUR'UN DOĞUM GÜNÜNDEYDİK
Cumartesi kızımın arkadaşlarından Yağmur'un doğumgününe gittik. Herşey güzel hazırlanmıştı, çocuklar heyecanlıydı.Yalnızca ben hastaydım :(( Bu yüzden doğru dürüst fotoğraf çekemedim.Artık olanlarla idare edeceğiz.. ( Bu arada makinamın tarih ayarlaması yanlış ,ona bakmayınız.)
23 Şubat 2011 Çarşamba
BİRAZ DA TAŞ BOYADIK
Bu yaz topladığım taşları kızımla renk renk boyadık.Özellikle bahçede rahatça boyamak çok zevkliydi. Kış gelip eve kapanınca ara verdik.Özellikle çocukların sevdikleri bir uğraş..Gerçi Pelin boyamaya başladıktan 20 dakika sonra ağlamaya başlıyordu.
- '' Seninkiler güzel oluyor,ben yapamıyorum ! diye..
Boyadıklarımız birikmiş duruyor,bahçede kullanmayı düşünüyorum ama tam ne olacaklar bilmiyorum..
- '' Seninkiler güzel oluyor,ben yapamıyorum ! diye..
Boyadıklarımız birikmiş duruyor,bahçede kullanmayı düşünüyorum ama tam ne olacaklar bilmiyorum..
19 Şubat 2011 Cumartesi
KIZ KIZA BİR GECE
Geçen yazımda dediğim gibi biz kızlar ! ayda bir bir araya geliyoruz. Bu daha çok o ay kimin doğumgünü varsa o kişinin evinde toplanmamız demek oluyor.Herkes gelirken içeceğini getiriyor.Salata,börek,tatlı vb. yapıyor.Ev sahibine ana yemeği yapmak ve masayı hazırlamak düşüyor. Tabi ki çocuk yok. Bütün gece müzik eşliğinde yemekler, sohpet, bol bol dedikodu, kahkahalar oluyor. Bu ayda İlkayın doğum günü vardı.Nice yıllara diyorum arkadaşıma burdan da..İşte dün gecemiz....
17 Şubat 2011 Perşembe
SERAMİKLERİM
Bugün uzun uzun yazamayacağım.Şimdi eve geldim , biraz dinlenmek için blogumu açtım.Yarın gece de kızkıza aylık yemek partimiz var.Her ay bir arkadaşımızın evinde toplanıyoruz,yemekler yapıyoruz,sohpet ediyoruz.Ama çocuk olmaması şartı var.Çocuğu olanlar ananelere bırakıyor.
Neyse uzatmayayım,yarında yokum diye bugün birşeyler eklemek istedim bloguma.Aklıma geçen yıl katıldığım seramik kursu ve yaptıklarım geldi.Anlayanlar için birşeye benzemeseler de benim için o kadar değerliler ki :)) Evimin duvarlarını, sehpalarımı süslüyorlar.Onları gördükçe mutlu oluyorum.İŞTE eserlerim :)))
Neyse uzatmayayım,yarında yokum diye bugün birşeyler eklemek istedim bloguma.Aklıma geçen yıl katıldığım seramik kursu ve yaptıklarım geldi.Anlayanlar için birşeye benzemeseler de benim için o kadar değerliler ki :)) Evimin duvarlarını, sehpalarımı süslüyorlar.Onları gördükçe mutlu oluyorum.İŞTE eserlerim :)))
15 Şubat 2011 Salı
VEDA VAKTİ ve YUVA
Hayatınız güzel, zengin ve kariyer içinde sürüp giderken, birden başınız dönüp kendinizi çok az ömrünüzün kaldığını söyleyen doktorun karşısında bulursanız ne yaparsınız? Bir anda yıkılıp , son zamanlarınızı geçirmek için ailenize ya da sevdiğinize mi sarılırsınız? Ya da bitirmeniz gereken işleri bitirmek için son gücünüze kadar mı çalışırsınız? Belki de tamamiyle içinize kapanıp hayattan iyice el ayak çekersiniz..
Ölüm kapıyı çalınca ölümün tetiklediği '' dürüstlük '' üzerine benzerine az rastlanır bir öyküyle “Veda Vakti ( Le Temps Qui Reste)”, François Ozon sinemasının ölüm üçlemesinin ikinci filmidir. Üçleme filmlerini çok severim.Ozon ölüm üçlemesinin ilki Kumun Altında (Sous le sable ) filmini seyredemedim.Veda Vaktini seyrettim ilk. Filmin konusuna gelince ..Kendisinden başka bir şeyi önemsemeyen Romain, genç bir moda fotoğrafçısıdır. Ailesi ile ilişkisi mesafelidir, hemcinsi olan sevgilisi Sacha ile ilişkileri yolunda gitmemektedir. Romain’in hayatı fotoğraf çekimleri sırasında geçirdiği bir baygınlıkla alt üst olur. Genç adam tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalandığını ve önünde yaşayacak sadece birkaç ayı olduğunu öğrenir. Bundan sonra ailesinden ,yakınlarından uzaklaşır.Tedaviyi tamamiyle reddederek ailesinden uzaklaşır. En çarpıcı sahnelerden biri de buradan doğar zaten.Herkesten uzaklaşmışken yalnızca büyükannesini görmek ister.
Romain sık sık çocukluğuna döner, küçüklüğü onu hiç yalnız bırakmaz. Tesadüf eseri tanıştığı bir çiftin kendisinden çocuk istemesi,eşcinsel kimliği yönünü de düşünürsek
öleceğini bilerek son günlerini yaşama hakkı verilmiş olan bir adamın ardından yeniden dünyaya gelecek belki de “kıvırcık saçlı” bir başka çocuk içinde de umudunu barındırmaktadır .Film boyunca ölümün ağırlığını,insanları nasıl çaresiz hale soktuğunu hissediyoruz.
Diğer seyrettiğim film Yuva ( The Refuge )..Bu film ilki kadar kuvvetli ya da yoğun gelmedi. Ama bir konusuna bakalım..Mousse ve Louis, genç, güzel, zengin ve âşıktırlar. Ama uyuşturucu hayatlarını ele geçirmiştir. Bir gün aşırı doz alırlar ve Louis ölür. Mousse kurtulur fakat kısa bir süre sonra hamile olduğunu öğrenir. Darmadağın ve kafası karışık bir halde, Paris’ten uzakta bir eve kaçar. Birkaç ay sonra Louis’nin erkek kardeşi Mousse da ona ‘yuva’sında katılır. Uyuşturucunun kucağından kopan Louis, kendine şehirden uzakta, okyanusun yanında yeni bir yuva bulmuştur.Oldukça yavan ilerleyen sahneler sonucu doğum anı gelir ve....
F.Ozon bu flmi için şöyle demiştir. “Benim için YUVA bir iyileşme sürecinin hikayesidir; şiddetli ve acı dolu bir sürecin, fakat hikayenin anlatımı çok nazikçedir. Aynı zamanda kayıp ve “… olmadan yapamama” hikayesidir. Uyuşturucular olmadan. Aşkı kaybetme. Birini kaybetme.”
13 Şubat 2011 Pazar
9 Şubat 2011 Çarşamba
8 Şubat 2011 Salı
Camille Claudel
Bugün izlediğim film..Yıllar önce daha çocuk sayılacak yaşta kitabını okuyup çok etkilendiğim kadının hayat öyküsü.. Film 1988 yapımı. Oldukça uzun,yaklaşık 3 saat sürüyor.
"Akıl hastanesi! Evin diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi... Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye; yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni fizilenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar... Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar... Bütün bunlar Rodin in şeytani başının altından çıkıyor. Kafasında bir tek düşünce vardı zaten; kendisi öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım yapıp onu aşmam; bunu engellemek için de, yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da ben hep mutsuz kalmalıydım... Her bakımdan başarıya ulaştı işte! Bu... Bu esaretten çok sıkılıyorum... Villeneuve e hiç dönemeyecek miyim, Paul?"
Biyografik nitelikteki bu film, ünlü Fransız hetkeltraş Camille Claudel'in yaşam öyküsünü anlatıyor. Camille, dönemin ünlü heykeltraşlarından Rodin ile büyük bir aşk yaşar. Rodin de onu sever, ama zor bir adamdır. Bu nedenle ikisi de büyük acılar çekerler.... Etkileyici ve çarpıcı sahnelerle dolu film, bir sanatçının yaşamını, ondan da önce bir kadının dramını anlatıyor. Fransız sinemasının dev oyuncularından Isabelle Adjani Camille'i, Gerard Depardieu ise Rodin'i canlandırıyor.
Yaptığı işe büyük bir tutkuyla bağlı olmasının muhteşem bir örneğidir Camille Claudel. Parasızlığa, açlığa, yalnızlığa, dışlanmışlığa ve umutsuzluğa rağmen heykel yapma tutkusundan vazgeçmemiştir.Birkadının umutsuz aşk halinde yokolşunu seyrederiz filmde.Rodin'e olan aşkı ve nefreti yavaş yavaş sonunu getirir.Beni etkileyen sahnelerinden biri de Rodin'in evine büyük bir öfkeyle gidip kapıyı açmaması üzerine çılgına dönüp
"rodiiiiin! capitalist!" diye bağırmasıdır.
1800 lü yılların sonunda tüm baskılara göğüs gererek heykel, üstüne üstlük cinsel ağırlığı bugün için bile fazla görülebilecek heykeller yapmış, babası yaşında ve sürekli gözönünde olan bir heykeltraşla evlilik dışı bir beraberlik yaşamış, hatta ondan hamile kalmış ama ne yazık ki bunu sonlandırmıştır.Genelde Rodinin "ögrencisi" sıfatı altında gölgesinde kalmış,metres muamelesi görmüş , hakettiği itibar ve ilgiyi alamamış , sağlığında gölgesinden kurtulamadığı rodin'den öldükten sonra da kurtulamamıştır. E serleri Rodin müzesinin alt katında sergilenmektedir, kapısında ağladığı ve rodinle karısını izlediği evin alt katında...
Yıllar önce okuduğum kitabın adı Bir Kadın'dı.Anne Delbee yazmıştır.Kitabından hayatını okurken Rodin düşmanı olmamak neredeyse imkansız gibidir. Kitapta anlatıldığına göre Rodin ve Camille'in annesi hastaneye kapatılması için ortak çalışmışlardır. Akıl hastanesinde çok uzun yıllar kalmış ve burada da ölmüştür.Yaşadığı dönemde kendisini destekleyen sadece kardeşi şair olan Paul Claudel 'dir .
"Akıl hastanesi! Evin diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi... Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye; yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni fizilenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar... Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar... Bütün bunlar Rodin in şeytani başının altından çıkıyor. Kafasında bir tek düşünce vardı zaten; kendisi öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım yapıp onu aşmam; bunu engellemek için de, yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da ben hep mutsuz kalmalıydım... Her bakımdan başarıya ulaştı işte! Bu... Bu esaretten çok sıkılıyorum... Villeneuve e hiç dönemeyecek miyim, Paul?"
DAHA ÇOK....
Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var;
daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.
Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz;
daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.
Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz;
daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var.
Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz;
daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var.
Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz;
daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.
Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz,
çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz,
çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz,
çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz.
Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık.
Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.
Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik. Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık.
Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var.
Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik.
Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.
Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik.
Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik.
Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz.
Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz.
Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik.
Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.
Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır.
Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız.
Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.
Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür
George Carlin
daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.
Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz;
daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.
Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz;
daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var.
Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz;
daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var.
Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz;
daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.
Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz,
çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz,
çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz,
çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz.
Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık.
Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.
Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik. Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık.
Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var.
Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik.
Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.
Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik.
Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik.
Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz.
Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz.
Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik.
Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.
Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır.
Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız.
Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.
Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür
George Carlin
6 Şubat 2011 Pazar
400 DARBE
Daha önce seyretmiştim ama tekrar tekrar seyretmeyi sevdiğim için - meslekten olsa gerek- yine izledim.Zaten Truffaut filmlerini severim. Belki de bazı ortak noktalarımız ve bakış açımız yüzünden... .Onun için dönüm noktası olan - benimde en sevdiğim film- ''Yurttaş Kane'' ni 27 kez seyretmiş.
400 Darbe'de onun ilk filmi. Fransızca' da okul kırmak anlamında...
Filmde bir çocuğun suçluya nasıl dönüşebileceğini görebiliyoruz… Aynı zamanda yönetmenin nasıl yetiştiğine şahit olma şansına sahip oluyoruz. Okuldan kaçıp kaçıp yüzlerce film seyretmiş bir çocuğun hikayesidir film… Yeni bir film kalmayınca tekrar tekrar izler. Truffaut ilk filmi Andre Bazin’e adar. Bazin ona kol kanat geren tek kişidir.
Filmde Antoine’ın evde çıt çıkarmasına bile tahammül edemez annesi. Kitap sevgisi bu dönemde gelişir. Evin kuytusunda sessizce kitap okur… Balzac’ı o kadar sever ki, odasının bir köşesine sunak yapar, mum yakar. Fakat mum yangın çıkmasına ve dayak yemesine neden olur..
Filmde Antoine’ın evde çıt çıkarmasına bile tahammül edemez annesi. Kitap sevgisi bu dönemde gelişir. Evin kuytusunda sessizce kitap okur… Balzac’ı o kadar sever ki, odasının bir köşesine sunak yapar, mum yakar. Fakat mum yangın çıkmasına ve dayak yemesine neden olur..
Evde yüzlerce kitap okuyan, okul zamanında da sınıftan kaçıp yüzlerce film izleyen 13 yaşında bir çocuk… Truffaut “çocukların kötü yetiştirilip mutlu olmaları, iyi yetiştirilip mutsuz olmalarından daha iyidir” demiş. Zaten kitaplara olan sevgi boyutunu aşan ilgisini Fahrenheit 451’de, 400 Darbe’den yedi yıl sonra yeniden göstermişti…
İlgisiz bir anne, pasif bir üvey baba, ceza vererek okulu, öğrencileri yöneten müdür ve öğretmenler.. Islahevine düşen bir çocuk...
Vee filmin final sahnesi... Antoine deniz kenarındadır. Kıyıdaki dalgalar Antoine’ın ayak izlerini, karanlık geçmişini siler, hayatında sembolik temiz bir sayfa açar. Sahne donar ve film biter…
Donuk karenin kullanıldığı filmlerden birisi Martin Scorsese’nin 1990’da çektiği Sıkı Dostlar’mış .
Donuk karenin kullanıldığı filmlerden birisi Martin Scorsese’nin 1990’da çektiği Sıkı Dostlar’mış .
Ayrıca F.Truffaut hakkında almak istediğim bir kitap var.Ronald Bergan derlemiş.Bergan bu kitapta ünlü yönetmenle 1960-1981 yılları arasında yapılan söyleşileri bir araya getiriyor. Kitap Truffaut nun filmleri ve düşüncelerini derinlemesine inceliyormuş.
4 Şubat 2011 Cuma
AFYON' DA...
Geçen sene sömestr tatilinde Afyon'daydık .Bu sene yine biryere gidelim dedik ama istediğimiz yer doluymuş. Bizde yalnızca Bursaya gittik.Halamızı,babaanne ve dedemizi gördük. Hiç değilse geçen sene görüntülerini paylaşayım dedim. Afyon'da iki otelde kaldık. İkbal ve Anemon Otelde. İkbal zaten yılların oteli. İnsanlar akın akın geliyordu.Ama hiç memnun kalmadım.Otelin odasının eskiliğinden tutun,yemeklerdeki çeşitsizlik, otel müşterisinin çok oluşu, tatildemiydik panayırdamıydık anlamadım. Anemon otel zaten yeni bir otel. Güzel,odalar temiz ve yeni..Yalnız oturmamışlıkları vardı. Giderken anketini doldurdum ve bunları yazdım.İlginç olan hemen o gece müdürü tarafından aranmış olmamız.Bu artı bir puandı bizim için.Tüm olumsuzluklarını unuttu..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Cuma Geldi
Merhaba cumaseverler! Merhaba dört gözle haftasonu tatilini bekleyen emekçi kardeşlerim! Şaka bir yana hızlıca geçen günler sonunda cuma gel...
-
Evet cuma geldi, yorgunluk da geldi hatta günlerdir süren baş ağrılarım da geldi. Bu hafta oldukça olums...
-
Güzel kasabamızdan merhaba! Geçen gün kasabamıza ait bu fotoğrafı görünce kaydettim sizlerle paylaş...