31 Mayıs 2024 Cuma

Cuma Geldi!

 '' Evler vardır, kaçıp canını kurtarmak istersin..

   Evler vardır; yalnız, soğuk, buz gibi..

   Evler vardır; her gece bir çift cesedin üstüne, bir mezar taşı gibikapanır kapısı..

   Evler vardır; sofrası kurulmayan yarım ısıtılmış bayat pilavdan ayaküstü bir kaç kaşıkla hemen kahveye koşulan..

   Evler vardır; penceresinin kırık camına yastık tıkılmış..

   Evler vardır; sobası tüten ve bir türlü yanmayan ve saati durmuş...


                      Pazartesi okul çıkışı kütüphaneye giderek bu hafta boyunca okuyacağım iki kitap seçtim kendime. Aslında bu hafta kendime dört yeni kitap satın aldım. Aradığım bazı kitapları kütüphaneden bulamıyorum çünkü. Kitapları çantama koyarak - bir sene oldu vefat edeli- kayınvalidemlerin evine gittik bir şeyler almak için. Hem biraz da havalandırırız dedik. Çok gitmiyoruz, her eve girişimizde onları odada oturuyor bulacağımızı düşünüyorum istemeden. Eşyalar bıraktıkları gibi. Hala capcanlı, hayat dolu duruyorlar. Saat durmuş sadece. Okudukları Kuran ve Yasin kitapları büyük masada. Tespihleri kapı koluna takarlardı, hala orada. Açıp içinden kahve fincanlarını aldıkları büfe aynı duruyor. Hele ikisinin devamlı oturdukları koltuklara bakınca yine gözlerim doluyor. Alışmak mümkün değil...



                          Eşim evin boğucu havası temizlensin diye pencereleri açarken ben de kütüphaneden aldığım kitabı okumaya başladım. Hemen bu üzüntülü ruhumu yatıştırmak istiyordum. Daha ilk sayfada yukarıda alıntıladığım yeri okuyunca üzüntüm katlandı. Hayatımızda ki anlar nasıl diziliyor böyle, çok ilginç..

                    Ceviz Ağacı Solmaz Kamuran tarafındann yazılmış bir roman. Olaylar Edirne, İstanbul, Paris ekseninde geçiyor. Paris'ten Edirne'ye gelen Garo köklerinin peşine düşüyor. Bir zamanlar annesinin oturduğu eve gelip anıları yakalamaya çalışıyor. Bu evde üç farklı etnik köken oturmuş, onların hikayelerini öğreniyoruz. 


Bu hafta biten diğer kitap satın aldığım Kumdan Yürek. Abdulrazak Gurnah okumak istediğim bir yazardı çünkü 2021 yılında Nobel ödülü almıştı. Gerçekten de çok etkileyici bir kitaptı, üç gün içinde bitirdim. Yine dünyanın bir köşesinde sürgüne uğramış, sömürülmüş insanların öyküsü. Aile içinde ki sorunlar, durumlar insan yaşamını nasıl etlilediğine bir kez daha şahit oluyorsunuz.
Kitapları bu yüzden çok seviyorum. İnsan olmayı öğretiyor, insanları ve hayatı anlatıyor. Alain de Botton Görmek ve Farketmek  kitabında çok doğru bir tespitte bulunuyor;
“Kitapları başkaları yazmış olsalar da onlarda kendimizle ilgili bir şeyler buluruz, garip bir paradokstur bu. Kitaplar bize kendi hayatımızın fark edemediğimiz yönleriyle ilgili bir şeyler anlatır. Başka birinin kaleme aldığı kitaptaki sözcükler, kim olduğumuzu ve nasıl bir dünyada yaşadığımızı tüm derinliğiyle kavramamızı sağlar.”



                    Mevsimi geçmeden yaseminlerimi şöyle bir sergileyim. Kapıdan geçmek zorlaştı ama ben bunu çok seviyorum. Yaseminler böyle çok güzel ama o kadar çok dökülüyor ki. Aynı ev gibi bahçeyi de iki üç günde bir süpürüyorum. Ama gelen giden, sokaktan geçen herkes fotoğraf çektiriyor.

Tahrir Vazifeleri'nden not aldığım güzel söz var, hep paylaşırım;

Haksızlık karşısında susmam ne kadar kötüyse; güzellik karşısında duyarsız kalmam da o kadar kötü olur.”

                         Haftasonu hadi çıkalım sahilde kahvaltı yapalım dedik. Kahvaltılıkları, termosu, simitleri alıp bisiklete atlayıp sahile indik. O gün hava kapalı ve biraz serindi ama o deniz havası öyle iyi geldi ki. Hem bisiklet sürmek, açık havada olmak, sabah ıssızlığı ve deniz havası dünyanın en güzel şeyi olsa gerek..

                                                 Akşam üzeri bizim mahalle..

''Savaşlar hepimizin oturma odalarında sükûnet içinde seyredilip dinlenen görüntü ve seslere çoktan dönüşmüş durumda.’ Başkalarının Acılarına Bakmak’ta böyle diyor Susan Sontag. Biz bu güzellikleri yaşarken, paylaşırken Gazze'de aylarca yaşanan vahşet, soykırım kafamın hep bir köşesinde. Yüreğim de bir sıkıntı..Nasıl bu halde bu insanlık, bu yüzyılda bu acımasızlık..






Annem akşam güneşini çekip paylaşmış bizimle geçen gün. Evinden güzel saatleri yakalayan benim güzel annem..


Geçen hafta Evil Does Not Exist filmini yazan Ekmekçi Kız bana Mubi'den bu filmi hediye etti. Sayesinde iki gün boyunca film seyrettim. Sıbyl yine bu platformda seyrettiğim filmdi ve idare eder seyredilebilir düzeydeydi bence. 


Neslihan Kültür'ün Köşebaşı Beklerim belgeseli bu hafta seyrettiklerimden. İnsana dair belgeselleri seviyorum. 
Kadın yönetmenlerin yaptıklarını daha çok seviyorum.


                                      Akrabalar günümüzde bu ayda bir kuzenimizde buluştuk..


Perşembe günü okulun yan bahçesinde ki amca gelin kiraz toplayın deyince hemen gittik. Okulda bir kek çırpıp kirazlı pasta yapıp tüm öğrenciler yedik.



              Bugün yazımı Turgenyev'in Babalar ve Oğullar romanından bir bölüm ile bitirmek istiyorum. ( Ben de bu romanı lise yıllarımda okumuştum, aklıma düştü tekrar okumak istiyorum. )
           Romanın zamanı 1859 Mayıs ayında başlar. Yirmi yaşlarında neşeli ve iyi huylu oğul Arkady üniversiteyi bitirdikten sonra babasının çiftliğine döner. Yanında büyük hayranlık duyduğu Bazarov adında bir tıp öğrencisi de vardır. Bazarov, Arkady’nin babasının ve amcasının aristokrat alışkanlıklarını küçümseyen, hiçbir şeye değer vermeyen, nihilist bir gençtir. Bazarov eskiye ait olan her şeyi gülünç bulur ve küçümser. Baba Nikolay ve amca Pavel, Arkady’nin arkadaşının davranışları karşısında kendilerini hakarete uğramış hissederler. Arkady’nin amcası, ilk andan itibaren Bazarov’un hiçbir şeye değer vermeyen tavrından hoşlanmaz. Başlangıçta amcasının bu tavrını yadırgayan Arkady zamanla amcasına hak verir:

“Amcama hak vermeye başlıyorum,” dedi Arkady, “sen Ruslar hakkında kesin olarak kötü düşünüyorsun.”

“Ne önemli bir şey! Rus insanının bir tek şeyi iyidir, kendisi hakkında kötü düşünür. Önemli olan, iki kere ikinin dört etmesi, geri kalan her şey saçma.”

“Doğa da mı saçma?” dedi Arkady, uzaklara, artık iyice tepeye çıkmış olan güneşle güzel ve yumuşak bir biçimde aydınlanan renk renk tarlalara dalgın bir şekilde bakarak.

“Senin anladığın anlamda doğa da saçma. Doğa bir mabet değil, bir atölyedir, insan da orada çalışan bir işçi.” Tam bu anda bir viyolonselin ağır sesleri evden ta onlara kadar geldi. Birisi Schubert’in “Bekleyiş”ini acemice de olsa şevkle çalıyordu ve tatlı bir melodi sanki bal dökülüyormuş gibi yavaş yavaş havaya yayılıyordu.

“Ne bu?” dedi Bazarov hayretle.

“Babam.”

“Baban viyolonsel mi çalıyor?”

“Evet.”

“Kaç yaşında baban?”

“Kırk dört.” Bazarov birden bir kahkaha attı.











“Ne gülüyorsun?”

“Bağışla! Kırk dört yaşında bir adam, pater familias, bilmem ne kazasında viyolonsel çalıyor!” Bazarov kahkahalarla gülmeye devam ediyordu; ancak üstadına karşı ne kadar büyük saygı duyarsa duysun Arkady’nin yüzünde bir tebessüm bile yoktu. 

(Babalar ve Oğullar, s. 63-64)

                              Ben bu yazıyı bugün Fatma Barbarosoğlu'un şurada ki yazısında okudum. Yazı başından sona çok iyi, okumanızı tavsiye ederim. 

                                    Herkese mutlu haftasonları !!


















24 Mayıs 2024 Cuma

Bugün Cuma!

                  “bağrıma bir gül tünemiştir” diyor İsmet Özel, bahçemde pembe güller öyle güzel açtı ki. Tabiatın eşsiz güzelliğine odaklanmak istiyorum, çevremde ki çiçeklere, ağaçlara bakmaya doyamıyorum. Hele mayıs, hele ilkbahar bunun için ideal. Haftasonu bağımızda sessiz ve huzur dolu iki gün geçirdik. Pazar akşamı şehirde ki eve indik. Giderken sokağımızda ki parkta masalara yayılmış gençleri görünce '' ne güzel artık yaz geldiği anlaşılıyor, gençler parkı doldurmuş'' dedik eşimle birbirimize. Ama biraz yaklaşınca her masanın altının çöplük içinde olduğunu gördük -ki burası devamlı temizlenir temizlik görevlileriyle. Oradan geçerken bir apartman altında öbeklenmiş 16 - 17 yaş gençlerin bağıra bağıra küfürler söyleyerek, ellerinde ki bira şişelerini birbirine fırlattıklarını gördük, oradan nasıl kaçtığımızı bilmiyorum. Eve geldiğimde canım çok sıkılmıştı gördüklerim karşısında. Gece saat 11'e doğru sokaktan sesler geldiğinde baktığımda karşı komşunun büyük oğlu -13 yaşlarında- iki çocukla sokakta kavga ettiklerini gördüm. Babası balkona çıktı çağırdı çağırdı gitmedi, kavga büyüyünce sokağa çıktı babası eve aldı çocuğu. Bu çocuk neredeyse 3 yıldır okula gitmiyor ve sokaklarda boş geziyor gece yarıları eve geliyor. Yine üzüldüm...

Pazartesi günü yan ilçede işlenen cinayet haberini aldık. 18 yaşında ki bir kızcağız sevgilisiyle ormanlık alana gidiyor, oğlan birlikte olmak için zorluyor, kız istemeyince döve döve öldürüyor. Sonrasında kamyoneti uçurumdan atarak kaza süsü vermeye çalışıyor. Öyle üzüldüm ki...

Güzellikleri paylaşmak istiyorum, ve yapıyorum da ama bu hayatta çoook üzülüyorum. Kendi dertlerimden vazgeçtim, çevremizde artık çok da yakınlarımızda hatta çok kötü şeyler oluyor. İnsanlar bir çok şeyde ipin ucunu kaçırmış. Biraz düzgün yaşamaya çalışan, bin bir zahmetle bu dünyada bir çocuk yetiştirmeye çalışan üç beş insanız artık. Böyle olmayan masum insanla için çok üzülüyorum. Sadettin Ökten bir konuşmasında şöyle demişti ve not almıştım;

“Kaba insanlarla ülfet etmeyeceksiniz. Güzel insanlarla temas edeceksiniz. Bulamıyorsanız kitaplara da bakacaksınız.”

Kitaplara daha çok sığınıyorum artık. Bu hafta içinde iki güzel kitap okudum. Sevinç Çokum okumayanız var mı hala? Çok büyük kayıp bence. Dilimizi güzel yansıtan, zengin anlatımıyla usul usul olayları kurgulayan büyük yazar..


                                  Bu hafta içi iki güzel film seyrettim. The Whale Daren Aronofsky yönettiği yıllar önce terkettiği kızına kendini affettirmeye çalışan obez bir adamı anlatıyor. Tüm film tek bir mekanda geçiyor.


                            Diğer film The Zone of Interest'i  instagramda takip ettiğim Sevdiğimgüzelşeyler çok güzel anlatmış;

             ''Yanıbaşında insanlar ölürken her şey normalmiş gibi davranmak mümkün mü zaten? Çocuk gülüşleri ve ağlamalarına karışan insan çığlıkları nasıl duymazdan gelinir? İnsan küllerinin gübre olarak kullanıldığı bir bahçenin güzelliğinden bahsedilebilir mi? Sürekli insan çığlıkları duyarak bacalardan çıkan dumanları görerek hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaya devam edilebilir mi? Böyle bir ortamdaki ev, hayallerinin evi olabilir mi? Auschwitz toplama kampının komutanı Rudolf Höss ve ailesi, böyle bir ortamda yaşamayı seçmişler.

Film, Martin Amis’in aynı adlı eserinden uyarlanmış. Kitabı okumadım. Yazarın farklı kitapları var dilimize kazandırılmış ama ‘ilgi alanı ‘ bunlardan biri değil sanırım.

Kötülük, kayıtsızlık, hırs üzerine düşündüren, sarsan bir filmdi. Hiçbir şiddet sahnesi olmadan şiddeti bu kadar etkili anlatan bir başka film izlemediğimden belki de ben filmi çok beğendim. Öneririm.''



Bahçemde nane hasadı yaptım..


                          Okulumuzda bu hafta. "Biz çocuklarla büyükler arasındaki fark 

Bir yanda şehir bir yanda kiraz bahçeleri." Diyor ya Sezai Karakoç...


                                   Eve dönünce bir yorgunluk kahvesi balkonda...


Mahalle çocuklarına mısır patlattım, kapıya çağırıp verdim. Biz de küçükken komşular hamur kızartması yapar, tüm çocuklara dağıtırdı. 
Bazı şeyleri tekrarlamayı seviyorum, nereden aklıma geldiyse hemen uyguladım. Özellikle tatil zamanı, uzun yaz günlerinde mahallede oynayan çocuklara yapmak istiyorum yeniden.


Bir arkadaşıma okul çıkışı gidip sohbet ettik. Balkonunda güzel saatler geçirdik. Perşembe günü de bizim kızlarla okul çıkışı pizza buluşması yaptık. Arkadaşlarım yorucu bir gün çirdikten sonra bile güzel sofralar kurmaya üşenmeyen insanlar. Akşama kadar bir sofranın etrafında sohbet ettik, bolca güldük. Aslında bahçede oturacaktık ama çok yağmur yağınca evdeydik.
Bu haftamız da çok şükür çok güzel, renkli ve sağlıkla geçti. Mayısı da bitirdik. Buna inanamıyorum, yaz tatiline çok az kaldı. Allahım sağlık, huzur, barış bizi terketmesin!

17 Mayıs 2024 Cuma

Merhaba Cuma

                             Geçen cumadan başlayalım. On gündür süren boya işleri bitip evi mahveden boyacılar gittikten sonra temizlik işlerine başladık. Laminantlara dökülen boyaları tinerle silmişler ve her tarafa bulaştırmışlar. Aslında yere bir naylon serip yapmaları gerekirdi ama yapmamışlar. Tüm evin yerleri bulanık bir görüntüye sahip oldu. Bunu temizlemek için günlerce yerleri cifledik ama tam çıkmadı. Duvarlar, kapılar tertemiz oldu ama tüm ev yerinden oynadı. Odaları değiştirdik, eşyalarıı taşıdık, yıkadık pakladık ve yorgunluktan öldük. Bu kadar çok yorulunca da aşırı sinirli ve mutsuz oluyorum. Çevremdekilere patlıyorum. Kızım sınav sonrası bir haftalık tatili de gelmişti ne yazık ki bu ortama denk geldi ve gideceği son gün gerginlik yaşayıp onu uğurladım. Yani pazar günü okuluna gitti, aramızda bir tartışma olup öyle gönderince de çok moralim bozuldu, gidince de vicdan azabı çektim. Tüm gece ağladım durdum.

                        Cumartesi günü anneler gününü çok güzel kutlamıştık halbuki. Annem ve babamı bize davet etmiş, çiçekler almış, yaban mersinli kek eşliğinde çay saati düzenlemiştik. Hayat işte bir gün mutlu bir gün üzüntülü.


Okulda kabak boyama işlerine başladım yavaştan. Yıllardır duran su kabaklarını renklendirince çok güzel oldular. Vernikte sürünce tam olacak ve bahçemi renklendirecekler. Bahçelerin en güzel zamanı şu sıralar..


Sokağımızda ki ev önleri de şenlendi. Çiçekler açtı, sarmaşıklar sardı duvarları, hele o koku!
Mesela şu fırça çiçeği diyorlar galiba, yan komşu bahçesinde coşmuş da coşmuş..


                   Benim yaseminlerim de zaten  muhteşem! Bahçe kapım bomboştu yıllar önce ektiğimde. Şimdi kapıdan zor geçiyoruz. Biraz sabır biraz emekle ne güzel oldu, ben bile inanamıyorum.


Bu hafta güzel kitaplar okudum. Özellikle Cihan Aktaş'ın dilini, anlatımını çok sevdim ve artık bulduğum tüm kitaplarını okumaya kararlıyım. Ali Ural daha önce okuduğum bir yazar zaten, kütüphanede okumadığım kitabını bulunca aldım. 


              İlk kez okuduğum Behçet Çelik. Öyküleri su gibi akıp gidiyor, anlatımı duru. Ama Cihan Aktaş ilk sırada bence.

'' Her yerde ölümü görüyorsun; ölümü düşünmekten kaçındığın için koşuyorsun kütüphanelere, ölümlü bir dünyada ölüme dönüşen hiçbir şey el sürmeye değer gibi görünmüyor sana ve ölümsüzmüş gibi görünen ne çok şeyde de ölümün gölgesini hissediyorsun.''

'' Yaşamak soru gerektirmezdi. Dolu dolu yaşamak, diye düşündü, boş bomboş bir zihnin hafifliğini kabullenmek mi? ''



Arkadaşlarla buluşmadan olmaz :)

         
The Taste of Things izledim bu hafta içi. Binoche ne yaşlanmış, üzülüyorum böyle gördükçe. Ama oyunculuğuna diyecek yok tabi ki. Filmin bir yerinde ''Evlilik başta açılışı tatlıyla yapmaktır'' gibisinden bir şeyler dedi ne doğru değil mi:)
Film yemek yapma süreci, gurmelik, yiyecekler baz alınarak uzun sürmüş bir ilişki çevresinde şekilleniyor. Temposu yavaştan.. Ama sonda ki şu diyalog için bile seyredilir:

''- Hayatımızın sonbaharındayız diyorsunuz.
-Evet.
-Kendi adınıza konuşunuz. Ben hayatımın yazını yaşıyorum. Bir gün göçüp gittiğimde de hala yaz olacak. Yazı çok seviyorum. Siz sevmez misiniz?
- Ben tüm mevsimleri severim.İlk düşen serin yağmur damlası, kar taneleri. Bacalardan süzülen ilk ateşler, ilk tomurcuklar. Yaşanan tüm bu ilkler her sene tekrar tekrar gelip beni mutlu ediyorlar.
- Ama yaz güneşi..Yanma hissini seviyorum, vücudumdaki böylesine yanma hissini. Her gün altından kalkabileceğim közler gibi.
-Anlıyorum. Yirmi yıldan fazladır aynı çatı altında beraber yaşıyoruz. Benimle beraberken sebat ve bağlılığınızı nasıl koruyabildiniz?
- Aziz Augustinus demiş ki ' Mutluluk zaten elimizde olanı devam ettirme arzumuzdur.''




               This Is Not a Burial Its a Resurrection filmini seyrettim. Afrika'da geçen film kocasını, oğlunu kaybetmiş 80 yaşlarında ki bir kadının ağıtı. O yas süreci yaşlılığın getirdiği umutsuzlukla birleşmiş yaşadığı coğrafyada yine de varolmaya çalışırken aslında bize kayıpların ağırlığını dünyanın her yerinde benzer olduğunu anlatıyor. Yönetmeni Mosese filmlerinde fazla diyaloga yer vermiyor ve ölüm, maneviyat, çocukluk anılarına daha çok yer veriyormuş. Bu filmi de bir çok ödül almış. 
                     Bir de Karadeniz dağlarının o eşsiz manzarasıyla bir adamın hayatından kesit Vargit Zamanı'na denk gelerek izledim. Bu sefer 80 yaşlarında ki insanın hikayesi dünyanın başka bir ülkesi; Türkiye'deydi. Dünyanın neresinde olursanız olun acılar, üzüntüler, çekilen sıkıntılar benzer. Seyrettiğim her hikayede kendimi besleyen bir şeyler buluyorum.



                Her belgeselde de ağlanır mı? Yaş aldıkça bu kadar duyarlı, hüzünlü olmak normal mi? Torn belgeselini açtığımda eşsiz dağ manzaraları göreceğimi biliyordum. Bir de buna eşlik eden bir adamın, kadının ve çocuklarının hikayesi ile işte bu dünya böyle, insana neler gösteriyor, nler yaşatıyor bilemezsin diyorsun.


Hafta içi bahçeme bir kaç fide ektim ama şunu söyleyeyim bu bağ bahçe işleri çok zor. Köylerimizde çiftçilik yapan, bir çok ürün yetiştiren insanların emeğine ne kadar saygı göstersek azdır. 


                      Okula gidip geldiğim yolda ki büyük çınar ağaçların kesildiğinden bahsetmiştim. Sadece şu 3 büyük ağaç kalmıştı. Bir de kaldırım boyunca bodur ağaçlar ekmişti belediye. Şu arabaların sağ tarafında hep minik ağaçlar vardı. Ama insanlar kafalarına göre bu ağaçları kesmişler. İlk önce birer ikişer gittiler, şu an hiç ağaç kalmamış, dipten kesmişler. Nedeni malum arabalarını rahat kaldırıma parketmek için. Bilmiyorum artık ne düşüneceğimi, ne hissedeceğimi. Bunlara şahit olduğumda büyük bir üzüntü kaplıyor hayatımı, umudum yokoluyor. Bunca yıldır öğretmenim ama böyle inssanları ben de yetiştirdim diye suçluyorum kendimi...
                    Yazımı diyanetin sayfasından aldığım bugün ki hutbede ki dua ile bitirmek istiyorum;
                 “Rabbim, bana ve anne babama verdiğin nimetlere şükretmemi, senin razı olacağın salih amel işlememi bana nasip et. Neslimi de salih kimseler eyle. Şüphesiz ben sana döndüm. Muhakkak ki ben sana teslim olanlardanım.”  Ahkaf 46/15
























10 Mayıs 2024 Cuma

Bir Cuma Daha..

                          Bir cuma daha geldi hatta yeni bir ay yeni bir mevsim daha.. Zaman acımasızca akarken, gün gün birikip bizi ezip geçerken bir şeylere tutunuyoruz. Sanata, romana, müziğe, yeşile, ailemize.. Beni besleyen kaynaklardan en az yararlandığım iki hafta oldu şu sıralar. Geçen hafta özellikle çok yorucuydu. Pazartesi eve gelecek ustalar için hazırlık yapmış, evi toplamış onlara yemekler hazırlamış, okula gitmiştim. Ama o gün boya badana yapacak ustalar bize hiç haber vermeden gelmediler - başka bir işe gitmişler- biz de boşuna onca yorgunluk yaşamıştık. Bize tam 10 gün sonra geldiler. Ev evlikten çıkmış halde bir kaç günde olsa yaşamak çok sinirlerimi yıprattı. Benim gibi düzen, tertip hastası biri için baya zorlayıcı günler bunlar. Eşyalar ortada göçebe gibi yaşıyorum on gündür. Sinirlerim harap durumda şu an. Neyse ki dün boya badana işi bitti, usta işi bitirdikten sonra bizden ekstra para daha istedi. Anlaşmamızda bu yoktu, çok sinirlendim. İş ahlakına bu sığar mı diye saydırınca vazgeçti. Ama neden böyle? Neye el atsak, kimle iş yaparsak hep bir dolandırmaya çalışma hep bir sorun. Çalışırken de yerleri çok kirlettiklerinden iki gündür dizlerim üzerinde yerleri siliyorum. Camları silme, ne varsa yıkama, perde takma, bazı odaları değiştirme, odalar arasında eşya taşıma derken öyle yorgunum ki.


                    Ev böylesine düzensizken içimden ne kitap okumak geldi ne film seyretmek geldi ama bu kargaşayı görmemek için yine de bunlarla vakit geçirdim. Kütüphaneden aldığım üç kitaptan birine başladım ve bitirdim. Tanizaki'nin Bazıları Isırgan Sever kitabını okudum. Romanda Kaname ve Misako adlı evli çiftin yürümeyen evliliğini okuyoruz. Kayınpederlerinin  japon kültürü, gelenekleriyle birleştirme çabaları, karıkocanın boşanacaklarını çocuklarına söyleyememeleri, yıllardır aynı evde yaşamalarına rağmen buna bir son vermemeleri ekseninde kitap dönüyor. Özellikle japon kültürüne ait şeyler hakkında bilgi ediniyorsunuz. Mesela o yıllarda kukla tiyatrosunun bu kadar önemli olduğunu, her köyde bunun olduğunu bilmiyordum. 20. yüzyıla kadar kadınlarda ön dişlerini siyaha boyadıklarını bunun moda olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdım.




                  Kütüphaneden aldığım diğer kitap Kendini Arayan Adam. Mehcer denilen Göç edebiyatının isimlerinden Mihail Nuayme tarafından 1917 yılında yazılmış. 1. Dünya savaşına katılınca yarım kalmış bu kitabı yazmak, 30 sene sonra Lübnan'a dönünce tamamlamış. Hiç konuşmayan bir kahvehane de çalışan Arkaş'ın günlükleri olan kitapta ki fikirler ilginçti.




              Bir dizi bitirdik bu hafta. The Severance. İşe gittiğinizde ev yaşamınınız, eve döndüğünüzde iş yaşamınıza ait her şey zihninizden silinse,  hiç bir şeyi hatırlamasanız nasıl olur? Bu dizi de beyinlere takılan bir çiple böyle oluyor ama insanoğlu işte, gönüllü de olarak da taksa bu çipe belli bir süre sonra bu esaretten kurtulmak istiyor. 9 bölümden oluşan dizi zaman zaman sıktı, gereksiz uzatmalar vardı. Bir de belgesel seyrettim Antares diye. Şili'de yoga meditasyon yaparken yavaş yavaş etrafına toplanan insanları mürit yapan bir adamın öyküsü. Tabi sapkınlık, cinayet her bişi başlıyor sonra. İlginç bir belgeseldi, insanlar nasıl bu aşamaya gelebiliyor bir anda şaşıp kalıyor.



                             Binoche filmlerini seviyorum. Sils Maria güzel bir filmdi, jenerasyonlar arasında ki farklara değinmişti.  İnstagramda birbirimizi takip ettiğimiz biri bana Mubi seyretmelik film hediye etti bu hafta.Journey in to the Desert. Ingeborg Bachmann ve Max Frisch arasında ki ilişkiyi anlatan güzel bir filmdi. Kadın erkek ilişkilerinin temel kalıplarını iki yazar arasında da görmek beni şaşırttı ama ne yazık ki artık bu bir gerçek galiba. Filmin tartışılacak çok konusu var. 




                   Evimize fazla gidemedik sadece bir hafta sonu gidip sobayı kaldırdım. Ama hata yapmışım ertesi gün çok soğuk oldu. Yaza geçmede sabırsız davranmışım. 


                              Hafta Sonu bisikletimi çıkardım biraz gezeyim dedim ama öyle bir rüzgar vardı ki ! Geriye koyup kısa bir yürüyüş yaptık, en sevdiğimiz çiçek ekmeği aldık, eve dönüp kahvaltı yaptık.


Köyümüze de bahar geldi..


Arkadaşlarla buluştuğum günler.. Yapılan el emeği leziz pastalar...




Kitaphaber sitesinde yeni yazım çıktı, okumak isteyenler buraya

Bugün cuma. Tüm öğretmenler olarak bu hafta işlenen cinayet ve geçen hafta bir kadın öğretmenin veli tarafından yumruklanması ve bilemediğimiz bir çok şiddet olayından dolayı çok üzgünüz. Çoğu öğretmen elinden gelenin en iyisini yapıyor ama 30 yıllık öğretmen olarak şunu söyleyebilirim ki; son on yıldır öğretmenin veli hatta öğremci gözünde değeri çok azaldı. Herkes öğretmenden daha iyisini biliyor ve bunu dayatıyor, en küçük sorunda çözüm bulunacağına şikayet, şiddet yolu çiziliyordu. Biliyorsunuz geçen gün bir okul müdürü 17 yaşında ki öğrencisi tarafından başından vurularak öldürüldü. Öyle üzgünüm ki bu olaya..Bugün tüm yurtta iş bırakma eylemi vardı. Umarım bir çok meslekte ki gibi öğretmenlerin de kıymeti yerini bulur.
Umutlarımızın körelmediği, kötülüklerin azaldığı günlere diyelim o zaman..



Aralık Ayının İlk Cuması

                        Kara cuma mı Kara Kasım mı ne varmış, mutlaka eksikler bu dönem alınmalıymış, her şey yarı yarıya ucuzluyormuş, heme...