Roland Barthes bir denemesinde film sonrası seyirciyi işgal eden ''hypnose'' halini konu edinmişti. Görülen filmin etkisiyle tuhaf bir bilinç haliyle çıkılır sinemadan. Sokaklar , kalabalık insanlar , taşıtlar arasında şaşkın bir şekilde yürürüz. Reel dünyaya uyum olamaz daha. Biz seyirci ile oyuncu arasında kalmış konumda yürürken , hayat akıp gitmektedir. Sinema sonrası bu kısa anın farkına varır mısınız bilmem, ama en son sinema çıkışı bana bunları düşündürmüştü.
Son zamanlarda ülkemiz de olanlar bizde bıkkınlığa yola açarken kaçış noktalarımdan biri sinema. Aklıma
Marquez' in
Yüzyıllık Yalnızlığı'nda Buendia Ailesi ve arkadaşları Macondo denen yerde devletsiz bir güzel geçinmeleri , sonrasında devletin oluşmasıyla hayatın neşesinin kaçması geldi. Bizimkilere yani annemlere gidince babamın lafı ne olacak bu memleketin haline getirişi ve mevcut iktidarın foyalarını büyük bir kızgınlıkla anlatmasıyla başlardı, ben de muhabbete katılarak devam ederdik. Artık bu durumun psikoljimizi tamamen bozduğunu gördüm. Sonunda bu konuşmaları yapmamasını istedim babamdan. Masum başlayan konuşma onun da tansiyonun çıkmasına neden olup bizi mutsuzlaştırıyor. Arkadaşlarla bir araya gelindiğinde de yapılan politik konuşmalar ben de kusma isteği yaratıyor. Kimisine göre olaylara kayıtsız kalma, vatandaşlık bilincine aykırı birşey olabilir ama dediğim gibi konuş konuş , herkes şikayetçi. Peki netice?
Neyse , aslında ben bunları anlatmayacaktım. Bloguma uygun konsepte geçelim. Hiç merak etmeyin, ben de insanım ve bir çok dertle karşılaşıyorum . Ama bu sayfa kaçış yerim. Mutlu olmak için yaptıklarım, uğraşlarım falan filan.
Dün gece bir film izledim, evet buna dönelim ; sinema çıkışı arafta kalan insanlar durumunda kaldım bir kaç dakika. Güzel bir duyguydu bu. Filmin adı
The Visitors . Thomas Mccarthy yönetmeni. Yalnız yaşayan, hayatla bağını koparmış bir profesör var.
Karısının ölümü üzeri yıllarca yalnız yaşamış, işe gidip gelmiş ama sıkılıyor ve mutsuz. Bir gün başka bir şehirde ki evine gidiyor ve olaylar başlıyor. Her zamanki gibi battaniyemin altında güvenli dünyamda yalnız bir adamı seyretmek kolaydı. Aynı zamanda yeni yılla birlikte yeni okumalarım başladı. İlk kitabım
Demir Özlü' nün 1979 yılında çıkan
Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları adlı roman. Kitabın kahramanı Selim, o yıllarda yaşamakta olan bir aydın. Selim'in ve onunla ilişkisi olan kadınların yaşamakta olduğu sıkıntıyı konu alıyor roman.. Mensubu olduğu Türkiye İşçi Partisinden ihraç edilmiş Selim, hayatında boşluk ve sıkıntı içindedir, toplumsal yapıyı eleştirmektedir. Asıl sıkıntısı, bir entelektüel olarak kendisini “burjuva” sınıfının da '' proleterya '' nın da dışında hissetmesi; yani kendisini iki sınıfa da ait hissetmemesidir. Yazarın dediği gibi o '' küçükburjuva'' dır. Selim'in varoluşsal sıkıntısını okumaya devam ediyorum. Daha kitabın yarısındayım. Demir Özlü kitaplarını okumam gerektiğini de not aldım bir taraftan.
Bu soğuk ve gri kış günlerinde okumalar, filmler, evlerde arkadaş oturmaları bize eşlikçi. Diğer taraftanda iş , çocuğun okulu, dersleri, ihtiyaçları , ızın bir koşturmaca. Dört gözle sömestr tatilini bekliyorum. Geçen günlerde buralarda yoğun bir sis oldu ama fotoğraflayamadım ne yazık ki.. Bu havalara güzel bir şiir gider :
"kirli sarı bir sis kaplardı her yanı
bir kahraman gibi sinirleri çeliksi
ağır arabaların sarstığı yolu izlerdim
şimdiden yorgun ruhumla kavgalı."
baudelaire