Geçen cuma işten çıktığımız gibi memlekete gittik. Yolumuzun üzerinde İstanbul olunca köprülerden geçtik, yoğun trafikte ağır ağır ilerledik, arabalı vapura bindik, sinir ve uyuşmuş bir bedenle nihayet annemlere ulaştık. Aynı şekilde dönüşümüz oldu hatta dönüş tam beş buçuk saat sürdü çünkü İstanbul içinden geçince böyle olması kaçınılmazdı. Yolda olmayı sevmiyorum, çok gergin oluyorum. Devamlı eşimi frenliyorum -ki adamcağız hiç hız yapmaz- ama benim fobilerim bitmez. Yoldayken çok bunalıma giriyorum.
Şükür kazasız belasız ulaştık iki tarafa da. Ama yollar inanılmaz dolu. Kuzey Marmara otoyolundan gitmeyince çok yoruluyoruz.
Cuma gecesinden itibaren annemlerde iki gün boyunca çalıştım. Çünkü annem vertigo ve tansiyondan ev işlerini yapamamıştı. Bende iki gün boyunca cam silme, tüm dolaplar iç dış temizlik, silme süpürme aklınıza ne geldiyse yapmaya çalıştım. Bu sırada 5 kişiye yemek, kahvaltı derken Allahım ne yoruldum.
Tabi ki aileyle olmak, beraberce bir sofranın etrafında toplanmak, hasret gidermek büyük lütuf. Kız evlatların kaderi de hep temizlik, bakımdır ne yapalım.
Kocaeli'nde hala sonbahar sürüyor. Tekirdağ daha soğuk olduğundan tüm ağaçlar yaprak döktü ve çıplak kaldı.
Ama memlekette ağaçlar neredeyse yaprak dolu. Hele bahçem bakımsız ve kimsesiz olmasına rağmen meyveler coşmuş, bitkiler canlı.
Son kabak bile duruyordu dalında.
Mandalina ve portakallar olmuş, kumkuatlar dolup taşmış dallarda. Tabi ki her yeri ot sarmış ama yapacak bir şey yok. Kısmet olursa yaza el atacağım ama yaz sıcağında da yapacak fazla bir şey yok. Yine sonbaharı bekleyeceğiz.
Ne yazık ki eski mahalleme gidince çok üzüldüm. Kızımın doğduğu ve ev alana kadar bir kaç sene oturduğumuz iki katlı ev yıkılmış. Mahallede müstakil ev kalmadı, yerine 4-5 katlı apartman yapılacak. Biz otururken bahçesinde dut ve erik ağacı vardı, duvarlarını morsalkım sarmış, şimşirli yoldan eve girerdik.
Ama artık yeri bomboş. Öyle kötü oldum, canım sıkıldı ki.
Neyse bizim oralardan haberleri erkek kardeşimin evinden görüntülerle bitireyim. Evinden demeyeyim de odasından görüntü. Aslında eşi çok süslü şeyleri sevmez ama erkek kardeşim hayatını keyifli hale getirecek şeyleri yapar. Bunlardan biri de odasına yeni yıl ruhunu getirmek oluyor her sene. Paylaştığı hikâyelerden yeni yeni mumlar, ışıltılar aldığını anladım. Bu gidişimizde kızımda dayısında vakit geçirdi hep. Böyle güzel oda da kim oturmak istemez ki..
Bu hafta izlediğim Lurker filmi çok güzeldi. Günümüzde ki görüntü, medya, popülerlik, gençlerde ki kimlik arayışları gibi konuları baz alarak harika bir oyunculuk harika bir kurguyla sıkı bir film izlemiş oldum.
İkinci film bir fransız filmi; La Diable Probablement.. R.Bresson kendisine 1983 yılında düzenlenen Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülü kazandıran bu filmde Charles adında ki gencin çevre, dünya meseleleri, iklim krizi, yaşamın anlamına dair bunalımlar yüzünden düştüğü bunalımı ve intiharı seçmesini anlatıyor. Bresson'un diğer filmleri gibi çok etkili olmasa da eleştirel bir film. Kafayı bende bu tarz konulara çok taktığım için çocukcağızı çok iyi anladım ve ona üzüldüm.
Yakup Kadri Yaban'da şöyle der;
'' Geceleri sabahlara kadar okumayayım da ne yapayım? Ben, el ayak çekildikten sonra odamın kapısını sürmeleyip kitaplarımla baş başa kalmak saatini dört gözle beklerim. Çünkü, bu ömrümün bütün hazin sergüzeştini ve yaşadığım anın ağır sıkıntısını unuttuğum tek saattir. O vakit bu çıplak ve yalçın oda, gerçek dünyadan daha geniş, daha ferahlı bir âlemin munis, sevimli ve her biri sihir ve füsunla yoğrulmuş mahlûkları ile dolmağa başlar.''
Benim için de yorucu bir iş zamanından sonra battaniyemi ve kitabımı aldığım andır. Yaşadığım günlerin sıkıntısını kütüphaneye giderek, kitap seçip eve dömdüğümde hemen okumaya başlayarak üzerimden atarım. Bu hafta boyunca Ali Ural kitapları okudum. Omum edebi lezzet veren anlatımını seviyorum.
Okulda renkli saatler...
Benim hayatım renk zaten..
Kareden adamlar bizim sınıftan...
Bu haftayı bitirirken Sâmiha Ayverdi'nin nasihatine kulak verelim derim. Okuduğumda not almıştım, ara ara döner okurum.
''Merkez Efendi Câmii’nde cuma vaazı veriliyordu. Hoparlörle sesi dışarı vermişler. Şunu dinleyeyim dedim, ne var, ne söylüyor adamcağız. Dinledim. Aaa öldükten sonra kemikler birbiriyle nasıl vedalaşırmış. Adam nerede, biz nerede? Canım bırak, şimdi onlar nasıl vedâlaşırsa vedâlaşsın; sen bugün ne münâsebet kuruyorsun etrâfınla? Bir kere dünya münâsebetini hallet, insanlığını doğrult, kaç adım attın insan olmak için, nasıl bir cehd u gayret gösteriyorsun? Sen temiz ahlâkla, yüz akıyla git de nasıl vedâlaşırsa vedâlaşsın.''
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder