31 Mart 2015 Salı

YÜRÜYEN KÖŞK

               Geçen  gün  bize  yakın olup  bir türlü  gidemediğim  Yürüyen Köşk'e  gittim.  Burası  ne mi?  Durun bilmeyenlere anlatayım.  Yalova'ya 3 km uzaklıkta  bulunan  Atatürk köşklerinden  biri. Hikayesi de  şöyle :
21 Ağustos 1929 ‘u gösterdiğinde Atatürk, Ertuğrul Yatı ile İstanbul’dan Bursa’ya doğru gitmek için yola çıkar, Yalova açıklarından geçerken gördüğü çınar ağacından çok etkilenir ve sahile çıkarak bir müddet dinlenir.  Atatürk bu çınar ağacının yanına küçük bir ev yapılmasını ister ve istediği ev çok kısa bir sürede 22 gün gibi bir sürede ahşap iki katlı bir ev  olarak   yapılır.  12 Eylül 1929 tarihinde kullanıma açılır.
Bir yıl sonra Atatürk’e, bu ulu çınar ağacının dallarından birinin köşke değdiği ve kesilmesi gerektiği bildirilir, Atatürk ise ağacın kesilmesindense köşkün ileriye taşınması talimatını verir.8 Ağustos 1930 tarihinde İstanbul Belediyesi Fen İşlerinden mimarlar ve mühendisler nezaretinde ustalar ve işçiler evin taşınma işlemine başlarlar, ilk olarak evin çevresinde ki toprak zemin seviyesine çekilir ve daha sonra İstanbul’dan getirilen tramvay rayları dikkatlice evin altına döşenir, ilk olarak betonarme toplantı salonu taşınır, daha sonra ahşap ev taşınır.Köşk 3 gün içerisinde tam 4 metre 80 santimetre doğuya doğru kaydırılmış olur.Atatürk’ün de bizzat nezaret ettiği yapı hem yıkılmaktan hem de çınar ağacı kesilmekten kurtulmuş olur ve o günden sonra Yürüyen Köşk  adıyla anılır olmuştur.



                                Bu   fotoğraf  o  yıllarda  çekilmiş. Benim  gittiğimde  çektiklerimde  aşağı da. Hafta içi  gittiğimden  fazla insan da  yoktu.  Evi  gezdim  ve  çok  duygulandım.  O  büyük  ağacın  altında oturup neredeyse  80  yıl  önce burada Atatürk'ün oturup  denize  uzun uzun  baktığını  hayal ettim.  Zaten  ev de de  fotoğraflar var. Hatta  Atatürk'ün içtiği  kahve  fincanı  bile  duruyor. 



                          Atatürk’ün vefatından bir yıl önce tüm mal varlığıyla birlikte Yürüyen Köşk’ü millete bağışlamıştır, uzun yıllar Tarım Bakanlığı bünyesinde yer alır ve zamanla gözden uzak düşer ve yıpranır.  1998 yılında Çevre Bakanlığı Yürüyen Köşk’ü restore ederek tekrar canlandırır, 2006 yılında ise tekrar bir restorasyon görür.  2013 yılında ise Yalova Belediyesi en kapsamlı restorasyonu yapar ve daha önce beyaz olan köşk asıl rengi olan kestane rengine çevrilir .


Bu  küçük  ama  doğası , atmosferiyle  farklı  yerde  çok  güzel  zaman  geçirebilirsiniz. 





                        

26 Mart 2015 Perşembe

Gölyazı

Bursa  Cumalıkızık   öncesi  Gölyazı'ya  gittik.  Cumalıkızık'a    çok  gitmeme  rağmen  Gölyazı'ya  hiç   gitmemiştim. Özellikle   facebookta  burası  Avrupa 'da  bir yer değil,  Bursa da  gizli  bir  hazine diye  çıkan  videolardan  çok  merak  ediyordum.  Ve  gidip  görünce  burasının  gerçekten de  Avrupa da  bir yer  hiçbir zaman   olamayacağını  anladım.  Özellikle  fotoğrafçıların akın akın gittiği bu yer  bir  doğa  harikası. Ama  ne  yazık ki  bir çok yer  gibi  burası da  ziyaretçilerin akınına  uğramış.  Bir de  pazar  olmasından  dolayı  sanki  tüm  şehir  gelmişti.  Köylere  gittiğimde   ıssızlığını  severim.  Ne  yazık ki  burada ki  trafiği  görseniz  inanamazsınız. 
Kalabalıktan başka  her yer  o kadar  çok  pis  ve  özensizdi ki anlatamam.  Köy evlerinin  bahçeleri  kırık dökük  eşya dolu, etraf aşırı  büyük sinekle kaplıydı. Bu kadar  niye pisiz bilmiyorum. Gelen insanların çöpleri zaten her yeri  kaplamıştı. Çöpü  çöpe atmayı öğrenemeyen bir toplumda yaşıyorum , böyle yapmayan bir insan olarakta  çok sinir oluyorum. 
Yani  buraların  güzelliği  fotoğrafların gücünde. Şimdi  ben de birbirinden güzel fotoğraflar koyacağım ve bu da bir tür aldatmaca işte. 
Neyse  fazla keyfimizi  kaçırmadan  bu köyden  görüntüler..




Nilüfer ilçesindeki en zengin antik yerleşim yerlerinden biri olan Gölyazı, Türklerle Rumların ortak tarihi açısından önemli özelliklere sahip bir beldedir. Eski bir Rum köyü olan ve bugün daha çok mübadele ile Selanik’ten göç edenlerin yaşadığı Gölyazı, Osmanlı döneminde Türklerle Rumların bir arada yaşadığı ve Rumların çoğunlukta olduğu bir yerleşim merkeziydi. 
Gezerken  köyün içinde  bir kiliseye rastladık. Aziz  Pantelemion Kilisesi. 19’ncu Yüzyıla ait olan Aziz Panteleimon Kilisesi şimdi bir  kültürevi  haline  getirilmiş.




                               Göl  kenarında  çay bahçelerinde  oturup  manzarayı seyretmek en güzeli..



Köy  meydanında  anıt ağaç Ağlayan Çınar  var. Çok  muhteşem. Ama  etrafını  yapıyorlar mıydı  neydi bütün parkeler  kalkmıştı..



23 Mart 2015 Pazartesi

Cumalıkızık'ta Bir Pazar



Cumartesi  günü hava o kadar  soğuktu ki  pazar  günü  yapacağımız  geziyi  iptal mi  etsem diye  düşündüm.  Sonra   görmediğim Gölyazı 'yı  gezmeye  bir daha fırsat  bulamam  diye olsun, ne olursa olsun gideceğim dedim.  Dün  yani  pazar  günü  hava neredeyse  10 derece ısındı. İyi ki  gittik. Güneşi  özleyen  herkes  yollara dökülmüştü  bizim  gibi. 
İlk  önce  Bursa Gölyazı'ya gittik gezdik .  Benim  için  Polonezköy'den  sonra  ikinci fiyasko yer oldu. Onu bir daha ki postta  anlatacağım. İlk olarak Cumalıkızık  fotoğraflarını düzenlediğimden buradan  başlayayım. 
Gölyazı'ndan  sonra  Bursa'ya  oldukça  yakın olan Unesco tarafından da  koruma  altına alınmış  Cumalıkızık'tayız.
İlk kez buraya 15 sene evvel  gelmiştim. O zaman  daha bir saf, tam bir köy, az keşfedilmiş  bir yer olduğundan çok zevk almıştım. Ama şimdi  hele pazar olduğundan  öyle  kalabalıktı ki,  ne  gezdiğimden bir şey anladım  ne de çektiğim fotoğrflardan.  İnsanlar akın akın evlerin arasında,  köylüler kurt olmuş, herşey  ticarete dökülmüş  bir çok yerde olduğu  gibi.
Yine de güzel anları paylaşmak isterim sizinle.


                                  Cumalıkızık köyüne gitmek için Bursa ’dan çıkıp Ankara istikametine doğru yaklaşık 12 km gittikten sonra sağa bir yol ayrılıyor ve tırmanmaya başlıyorsunuz. Uludağ eteklerinde kurulmuş olan 700 yıllık Osmanlı mimarisinin yaşayan en güzel evlerinin bulunduğu köye geliyorsunuz. Aracınızı köy okulunun bahçesine park ederek, yaya olarak köyü gezmeye başlayabilirsiniz..



                               Köyde  yöresel  ürünler  her yer  de..




                  Köyün, evlerinin arasında Cin aralığı denen bir aralık var. Bir Mahalleden diğer mahalleye kısa yoldan geçiş için. Aralık o kadar dar ki bırakın iki kişi yan yana geçmesi, geniş yapılı bir kişi dahi biraz yan yürüyerek geçebilecek bir genişlikte. Burada  durup  dilek diliyorlar..




Evler, 700 yıllık Osmanlı mimari örneklerini halen canlı vaziyette sizlere sunuyor. Cumbalı, kafesli iki, üç katlı kerpiç evler. Alt katları genellikle taştan ve içleri ahşap yapılar. Evlerde halen yaşam sürüyor. Yaklaşık köyde 150 hanede yaşam mevcut. Evler değişik renklerde (yeşil, sarı, kırmızı, çivit ) boyanmış. Her evde genellikle odun sobaları kurulmuş duvarlarından bacalar çıkmış ve yanan odun kokusu etrafa yayılmış tarihi yaşayarak etrafı gezmek çok büyük bir zevk veriyor.



15 Mart 2015 Pazar

Pazar Sineması

                        Tatil  günleri  yapılanları anlatmaktan  ve yapılanları  dinlemekten  çok hoşlanırım. Ben de  şu uzun  kar  tatilinde  sürekli  film seyrettim. Beni  takip edenler  bilir, dönem dönem farklı  yönetmenlere takılıyorum. Bu haftanın  yönetmeni de James Ivory.  Ivory  çektiği filmler  yüzünden hep  İngiliz  sanılmış aslında Amerikalı  bir yönetmen. Onun  İngiltere'nin  belli  dönemlerine  ait filmlerini  sıra  sıra seyrettim  bu  tatilde. Hem havaya,  hem ruhuma uydu tüm filmler. Sizi  fazlaca  yormadan,  usul usul  konusunu anlatan  filmler. Dönemin  evlerini,  bahçelerini, arabalarını, giysilerini görmek  çok iyi  geldi  bana. 
                    James Ivory'nin şöhretinin,  yazar E. M. Forster'dan uyarladığı dönem dramlarına dayandığı söylenebilir. Arka arkaya çektiği    'Manzaralı Oda'   (A Room with a View, 1986 ve 'Maurice'in (1987) ardından, beş yıl soluklanıp gene sevgili yazarına döndü ve Emma Thompson ile Anthony Hopkins'i bir araya getiren 'Howards End'i (1992) yaptı. Bu ikili, hemen bir yıl sonra da 'Günden Kalanlar'da (Remains of the Day) birleştiler.   Film  ünlü  Japon yazar  Kazuo İshiguro'nun  kitabının uyarlaması. 

                                                   

                              Yine  yazarın  kaleminden  ve  Ivory ile  sinema da  hayat  bulmuş  filmi  The White Countess  var. Ödüllü yazar Kazuo Ishiguro’nun yazdığı bu öykü, sürgünün ve özlemin yarattığı dramla beraber aşkın tüm zorluklara karşı kazandığı zaferi anlatıyor.
                       Bir de Henry James var. Yazarın en sevdiği kitabı olan 'Altın Kap'la (The Golden Bowl) karşımızda. Yine  Edward devri İngiltere'si, biraz İtalya, James'in Avrupa'sı. Ama bu seferki Amerikalıları üst orta sınıftan kişiler değil. Muhteşem mekânlar, çok özenli bir sanat yönetimi, ressam John Singer Sargent'ın tablolarından etkilenmiş nefis görüntüler, genelde iyi oyunculuk  var  filmde . 
                    Burada  anlatmaya  çalıştığım  Ivory  filmlerini  seyrettim. Asıl   The city of your final destination  seyretmek  istediğim. Bakalım  onu  ne zaman  bulur  ve  seyrederim. 













11 Mart 2015 Çarşamba

Haftalık Film Listem

             Bu hafta içi de birbirinden  güzel filmler izledim. İlk olarak  Force  Majeure.. Konusu şöyle : 
Fransa Alpleri’ne kayağa giden İsveçli bir aile dağın eteklerindeki lokantada öğle yemeği yerken çığ düşer. Anne Ebba çocuklarını korumaya çalışırken baba Tomas’a seslenir fakat Tomas bu arada kendi canının derdindedir. Kimseye bir şey olmasa da ailenin hassas çekirdeği çatlamıştır. Tomas ile Ebba evliliklerini sorgularlar.

                              

             Diğer film   Jiao zi .. Quing eskiden çok ünlü ve güzel bir aktristtir. Ve yıllar geçtiği güzelliği ve cazibesini yitirmeye başlamış ve kocası da başka kadınlara ilgi duyar olmuştur.Bu durumu tersine döndürmek için görüştükleri kişilerden birisi ona bir mantı önerir. Onu yiyince gençleşecek ve kocasını kaybetmeyecektir.


                                        

           70 li  yaşlardaki  demiryolu işçisinin  basit ama çileli  yaşamını anlatan Tabiate Bijan  sırada..
                  
                                               



                          Yönetmen Diego Quemada-Diez Altın Kafes   filmiyle Guatemala’dan Birleşik Devletlere göçen dört çocuğun yolculuklarını anlatıyor. Çocukların zorlu yolculuklarının anlatıldığı bu kurmaca film verdiği belgesel tadıyla seyircide güçlü bir duygu uyandırıyor. Film 2013 yılında Cannes,rih, Mumbai ve Selanik Film Festivallerinde ödüller aldı.     
                          
                                             

                        Almanya,Fransa ve İtalya ortak yapımı olan film Franz Kafka'nın romanından sinemaya uyarlanmış. Welles'in en iyi filmim dediği Dava 119 dakika. Başrollerini Anthony Perkins,Orson Welles,Jeanne Moureu'nun paylaştığı film tür olarak psikolojik-dram türünde..

                                           

                 Ve  son olarak ödüllü film  olan The  İmitation Game.  Günümüz bilgisayarlarının yaratıcısı olarak kabul edilen Alan Turing, aynı zamanda eşcinsel olduğunu itiraf ettiği için toplum şiddeti görmüştür. Bu sebeple, yediği zehirli elma ile hayatına son verir. 5 dalda Altın Küre adayı ve 34 ödül kazanmış olan tarihin en iyi filmleri arasında yeralan bir film..


                                  














8 Mart 2015 Pazar

Pazar Yazısı

                   Rene Magritte 'yi   tanırmısınız ?   Resimlerine bakıp düşüncelere dalmayı severim. Bu kadar  yalınlıkla  derinlere  gitmeyi, basitliğin arkasında  yatanları düşünürüm.  Özellikle yüzü  kapalı insanları ben de büyük bir  sıkıntı  yaratır. Ressamın  niye  böyle yaptığını, ne  hissettiğini anlamaya çalışırım. Hayatının  en önemli  kesitini anlatacağım bugün .
                 Belçika'nın  Chatelet  kentinin  ortasından  geçen  Sambre nehrinin  kıyısı  insanların ellerinde tuttukları  meşalelerle aydınlanır bir gece yarısı. Başarısız bir  tüccar olan kocasının  ölümünün  ardından  3 çocuğunun bakımını tek başına üstlenmek zorunda  kalan  annesi Regina ansızın kaybolmuştur o  gece.  Kadının  adını  bağırarak  nehir  boyunca yürüyenlerin  meşaleleri 13  yaşındaki oğlu  Rene Magritte'nin  yüzünü  aydınlatır. Kendini  nehre  atarak  intihar eden Regina'nın  ceseti  sabaha  karşı  bulunur.  Zavallı  kadının  geceliği  yukarıya  doğru  sıyrılmıştır ve  yüzünü örtmektedir.  Annesinin  bu  hüzünlü  sonu  Magritte'nin  gözlerinin  önünden  silinmez  yaşam  boyu. Tablolarında  yüzleri  bezlerle  örtülü insanlar  çizmesinin  nedeni  budur..

                                 

                         Pipo,  dev bir  göz, şömineden  çıkan  bir tren.. Rene Magritte  benim  için  çok  özel. Gerçeküstücüler  arasında değişik  bir  uslüp. Hayatının  en önemli sahnesiyle  resimlerine açılan kapı ilişkili.  Geçenlerde bir kitap okurken karşıma çıktı . Tekrar  resimlerine baktım. 
                       Bir ressam değil hatırladığım bu pazar. Hava soğuk bugün. Dün geceden beri rüzgar şiddetli. Ama mart işte bu , kapıdan baktırıyor yine yapacağını yapıyor. Martın başında arkadaşlarla  Baba Martayı  yaptık. Bulgaristandan gelen bir arkadaşım sayesinde öğrendim bunu. Martın  birinde bileklerimize kırmızı beyaz ipler bağladık dilek tutarak. 


                                              

                 Bu  gelenekten bahsetmek istiyorum şimdi.  Marteniçka ;  Bir rivayete göre, Baba Marta ya da Marta Nine  ( baba Bulgarca’da nine anlamına geliyor  ) kışın sonunu getirip baharı başlatan ancak ruh hali aniden ve sık sık değişen huysuz, ihtiyar bir kadındır. Baba Marta’yı hoşnut edip baharı erken getirmesini sağlamak için kırmızı beyaz Marteniçkalar takılır bileklere ya da giysilerin yakasına. Baba Marta hoşnut olsun, merhamet etsin ve kışı bir an evvel bitirsin diye Mart başında takılır Marteniçka, kimi zaman birden fazla. Kırmızı ve beyaz renkler sağlık dileklerini temsil eder. Kırmızı kandır, candır, hayattır, beyaz ise saflık. Döne döne birbirine dolanan kırmızı beyaz ipler, yaşamın ve ölümün ebedî döngüsünü, iyiliğin ve kötülüğün, mutluluğun ve hüznün yaşamdaki dengesini hatırlatır insanlara. O yüzden herkes birbirine Marteniçka hediye eder Mart ayında.
Bizde de  kocakarı soğukları denen şey vardır , biraz ona benzettim Marta nineyi. 
                  Haftasonu eğer evde geçiriliyorsa evde kek , kurabiye yapma zorunluluğum varmış gibi gelir. Dışarıdan birşeyler almayı sevmem. Bu haftasonu da çikolatalı, portakallı kek yaptık. Eğlenceli  toplarla süsledik kızımla.

                           

                  Fazla tv seyretmediğimden devamlı film ya da  belgesel  seyrediyorum netten. Dün gece seyrettiğim  belgesel oldukça dramatikti. Vasıflı  ve  akıllı insanların  baltalanışı ya da  yok edilmeye  çalışılması  yalnızca  Türkiye'de  olmuyormuş dedirten  belgeselin  adı   The  İnternet's   Boy.. Reddit kurucularından genç yaşta  ölen  Aaron swartz’ın hayat hikayesinin anlatıldığı belgesel niteliğindeki bu yapıtta Aaron’ın çocukluluğundan ölümüne kadar geçen zaman 26 yıllık zaman diliminde onun fikirleri, dehası ve hayata bakış açısı gözler önüne seriliyor. ABD hükümetinin sözde özgürlük ve adalet sistemine karşı hazırlanmış vurucu bir biyografi örneği.

                                        

                              Bu  pazarın da  ailenizle  mutlu  geçmesi  dileğiyle !













3 Mart 2015 Salı

Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi

                           ''Burada her şey, herkes birbirine gülümsüyor. Hiçbir ihtiyar, hiçbir çirkin, hiçbir düşünceli insan resmi yok. Sanki bu fotoğrafhaneye sevinçsiz hiçbir insan ayak atmamış. Yahut fotoğrafçı, bir muvaffakiyet sırrı olarak, makinesinin karşısında candan gülümseyemeyecek müşterisinin fotoğrafını çekmemiş. ''

        Ziya Osman Saba'nın bu hikayesini bilir misiniz ?  Hikayede ki adam İstanbul Beyoğlu'nda yürümektedir. Bir taraftan koşturan insanlara bakar, gözlemler. Etrafta ki  herşey insanların mutluluğu içindir. Vitrinlerde satılan giysiler, yiyecekler, eşyalar insanları mutluluğa çağıran araçtır ona göre. Bir  koşturmaca sürmektedir, gülen , eğlenen insanlar vardır etrafta. Yazar  bunları gördükçe daha da  yalnızlaşır. Diğer insanların  mutluluğu  onu mutsuzlaştırır.
       '' İki yanımda bu insanları, giydirmeye, doyurmaya, eğlendirmeye, bir kat daha mesut etmeye mahsus dükkanlar, mağazalar, salonlar var. Onların camekanları önünde durmaktan, hayale dalmaktan kendimi alamıyorum. Şu oda takımı ne güzel! İnsan yemekten sonra şu geniş koltukta kimbilir ne kadar rahat eder! Şu abajur, elindeki örgüsüne dalmış karısının yüzüne kimbilir ne tatlı bir pembelik verir. O zaman koca, gazetesini bırakarak karısının seyrine dalar... ''

                     

       Böyle  düşünceler içinde yürürken  cadde de ki  bir fotoğrafçıya gelir. Vitrininde ki  fotoğraflara bakar. Herkes  ne kadar mutlu görünüyordur. Çocukları ile beraber olan karı koca,  bir birine sarılmış nişanlı çift, yeni evliler, mezuniyetini ölümsüzleştiren bir grup...Az sonra etekleri uçuşarak çıkan yeni bir gelin fotoğrafını çektirmiştir, kıza bakar yazar. Kendisi de bir tane çektirmelidir. O  da diğerleri gibi mutluluğunu  ispatlamalıdır. Bu  dileğini  söyler fotoğrafçıya. Fotoğrafçı onu içeri alır. Gülümsemesini  söyler ama yazarın  kafasından bin tane şey  geçer. Zoraki olsa da  gülümseyemez. Ne yaparsa yapsın  istediği  pozu  yakalayamaz fotoğrafçı. Şöyle der yazar :
       '' Dışarıdan gelen şu hayat gürültüsüne dalarak, şu odaya sinmiş beyaz gelin kokusunu teneffüs ederek, şu karşı binanın saçaklarında gagalarıyla öpüşen güvercinleri gözümün önüne getirerek, o delikanlı mezunlardan biriymiş gibi, genç subay gibi, bir gün şahadet mertebesine erişebileceğimi düşünerek, elimde sevgilimin eli varmış gibi, ortalarında çocuklarıyla fotoğraf çektirmiş olan evlilerin o rahat tebessümüyle... Fakat şimdi niçin böyle uğraşıp duruyorum? Niçin kendi kendimi aldatmaya çalışıyorum? Benim asıl mesut zamanlarım ne oldu? Niçin asıl o zamanlar resim üzerine resim çıkartmadım? Niçin her hafta fotoğrafçıya uğramadık? Neden bugün buraya tek başıma geldim? ''
          Herkesin her gün yaptığı bu  basit eylemi yapamaz yazar. Onun dünyasında başkalarının mutsuzluğunu  sürekli hissetmekten , gülümsemenin yeri  yoktur. Fotoğrafçı hikayenin  sonunda çekemeyeceğini söyler  yazarın  fotoğrafını.
          Bu  hikayeyi Ziya Osman Saba'nın  aynı adlı kitabından okuyunca düşünmeden edemedim. Günümüz teknolojisiyle her an heryerde yüzümüze gülümseyi oturtarak anımızı sabitleme ve herkese ilan etme hastalığını. Herkes aynı durumda, hep mutlu anlarımızı yakalamak  ya da öyle sandığımız zamanların anısını  yüzümüze gülümsemeyi de oturtarak istiflemek istiyoruz. Belki  hayatın monotonluğuna,hızlı gidişine karşı  bir  silah bu. Çektiğimiz bu kareyi de cümle aleme ilan etme derdindeyiz. Hepimiz biliyoruz aslında, paylaşılanlar kurgulanan mutluluklar. Rollerin iyi oynanışı. Acaba hikayede ki adam gibi  hayata karşı dürüst olup olduğu gibi kaçımız bakabiliriz?



















Cuma Geldi

                                   Evet cuma geldi, yorgunluk da geldi hatta günlerdir süren baş ağrılarım da geldi. Bu hafta oldukça olums...