31 Ağustos 2011 Çarşamba

BİR FİLM, BİR KİTAP

FRANNY  &   ZOOEY

                       J.D. Salinger'in  Çavdar  Tarlası  Çocukları'nı  okumayan,  en azından  duymayan var mıdır?  İlk  olarak yazarı  bu kitabından  tanımış, sade ve  derin  diline hayran kalmıştım.  Uzun  zamandır  elimde olan Frany&Zooey  adlı  kitabını da  yeni bitirdim , hem de bir çırpıda..
                      Kitap olarak 1961 yılında yayınlanmış. Franny ve Zooey adlı iki ayrı bölümde anlatılan romanın Franny bölümü Ocak 1955’te, Zooey bölümü ise Mayıs 1957’de New Yorker dergisinde yayınlanmış.  İlk  bölümde  Franny  sevgilisi  Lane ile buluşması ve aralarındaki  konuşmayla başlar.Burada  Franny değişik ruh hali içiindedir  ve bayılarak  bölüm biter..İkinci bölüm Franny  ve ailesinin kısaca tanıtımı  ve içe dönmüş,  bir çeşit inzivaya çekilmiş, günden güne  eriyen  Franny'ın  içine düşmüş çukurdan kurtarmaya çalışan annesi ve  kardeşine  şahit  oluruz..Glass ailesi, Les ve Bessie Glass ile 7 çocuklarından oluşmaktadır..Ailenin  iki çocuğu ölmüş,  Zooey  olanlara ilgisiz gibi  görünsede kardeşiyle oldukça  damardan konuşma  yaparak gerçeklerle  yüzleştirir.


            An Angel at My Table


                                  Yeni  Zelanda'nın  en önemli  yazarlarından biri  Janet Frame... Edebiyat başyapıtlarından oluşan etkileyici liste arasında ödüllü üç ciltlik otobiyografi:  'To the Is-Land',   'An Angel at My Table' ve   'The Envoy from Mirror City' bulunmaktadır.   Üçlü sonradan filme çekildi:   1990'da   'An Angel At my Table'.  Yapıtları yanlışlıkla şizofreni tanısı konulduğu akıl hastanelerindeki 8 yıllık tedavisinin etkisindedir. O dönemde bu hastalık tanısı konulan hastaların nasıl tedavi edildiğini yaşadı.
                                  İşte bu filmi seyrettim dün gece..Uzun  ve  hayatı kadar etkileyiciydi  film..


                                                       


                                           

                         Şans eseri Janet Frame, ilk hastaneye yatırıldığında (1945, Bayan Frame 21 yaşındaydı) oldukça yaygın bir prosedür olan lobotomi olmadı. Dunedin'deki Seacliff Hastanesinin baş cerrahı hastanede yazdığı yapıtları okumuştu ve şu kararı almıştı: 'olduğun gibi kalmalısın. Senin değiştirilmeni istemiyorum'. Hastanedeki yapıtı ('The Lagoon') yayınlandı ve Yeni Zelanda'nın en büyük edebiyat ödülünü kazandı.
Time dergisinin bir zamanlar 'bu yüzyılın en büyük yazarı' olarak adlandırdığı Bayan Frame dünyaya üç ciltlik otobiyografisinin yanı sıra 11 roman ve düzinelerce şiir ve öykü vermiştir.


27 Ağustos 2011 Cumartesi

BİR KİTAP , BİR FİLM

                                Bugünler de okuduğum kitapla  seyrettiğim bir film  denk düştü..Film  dünyanın  herhangi  bir yerinde savaşın getirdiği saçmalıklara maruz kalmayı,  kitap  ise  dünyanın yalnız bir yerinde değil, birçok  yerindeki kıyımları, yoksulluğu,  bir avuç zengin  güçlünün elinde  savrulan yaşamları  anlatıyor. Zihnimin bir köşesinde  kitapla  film birbirine  göndermede  bulunuyor.  Ama  bunun  nasıl olduğunu  kestiremiyorum  sanki..

       KIYMETİNİ  BİL HERŞEYİN

                               John Berger  severek okuduğum bir yazar..Elimdeki,  okuduğum kitap bu..Kitap  John Berger’ın bir hayata tutunma ve direniş kitabı. İçinde son yıllarında yazdığı önemli makaleler var. İnsanı alarme eden, hangi manada olursa olsun  direnişe çağıran yazılar bunlar; o kadar telaşlı ki yazar, ilk çağrısına   Hemen Şimdi  adını vermiş.
                               John  Berger 'ın  11  Eylül' den  Irak Savaşına,  Filistin'den  Katrina  felaketine , Nazım Hikmet'ten  Pasolini'ye  bir çok siyasal soruna ve  sanatçıya ilişkin  çarpıcı  düşüncelerini  dile  getiriyor.  J.Berger  şöyle diyor kitapta :

                               Peki bu nasıl oldu? Nasıl oldu da Bush, Murdoch, Cheney, Kristol, Rumsfeld ve hempaları bu mevkileri işgal edebildi? Cevabı kolay olmayan bir soru bu, zira tek bir cevap yok, çabalar boşuna; hiçbir soru iktidarlarında gedik açamaz henüz. Ama geceleyin bunu bu şekilde sormak olayların cesametini ortaya koyuyor. Bizler yeryüzündeki acılar hakkında yazıyoruz.
                               Bu yeni tiranın vaazlarını dinlemeyi reddetmeliyiz. Safsatadan ibaret söyledikleri. Sonu gelmeyen tekrarlarla dolu konuşmalarda, açıklamalarda, basın bildirilerinde ve tehditlerde yer alan başlıca terimler: Demokrasi, Adalet, İnsan Hakları, Terörizm. Bu bağlamda kullanılan sözcüklerin her biri bir zamanlar ifade edilenin tam zıddını temsil ediyor.
                               Demokrasi, karar almak için (ki gerçekleştiği ender görülür) bir öneride bulunmaktır; seçim kampanyalarıyla pek bir ilişkisi yoktur. Demokrasi, siyasi kararların yönetilenlere danışıldıktan ve onların fikri alındıktan sonra verileceği vaadinde bulunur. Bunun gerçekleşmesi için yönetilenlerin, söz konusu meseleler hakkında yeterince bilgilendirilmesi, karar mercilerinin onları can kulağıyla dinleyecek ve önerilerini dikkate alacak yetenekte olması gerekmektedir. Demokrasi, iki seçenek arasında tercihte bulunma "özgürlüğü", kamuoyu araştırmalarının yayınlanması ya da insanların istatistiklere tıkıştırılması ile karıştırılmamalıdır. Bunlar demokrasinin sahte göstergeleridir.
                    
                                       Daha  fazla  alıntı yapmak istemiyorum. Okuyup  bildiğimiz ama birşey yapamadığımız  gerçekleri  tekrar gördüğümde  moralim  bozuluyor. Ama  blogum bu kadar acıyı kaldırmaz  :)  Bu  kitaba bakalım  ne eşlik  etmiş  ..
                                                                       muffinler....






Patatesli ve  peynirli  muffinler...







 
                 SURİYELİ  GELİN

                                  İsrailli yönetmen  Eran  RİKLİS   tarafından çekilen filmin konusu İsrail tarafından işgal edilen Golan tepelerindeki Dürzî köylerinden birinde geçiyor. Köyde yaşayan Mona isimli bir genç kız, Suriye’deki akrabaları tarafından bulunan bir damat ile evlenecektir. Görücü usulü bile olmayan bir tarz ile tamamen tanıdıklar tarafından aracılık sonucu birbirlerini fotoğrafta görerek evlenmeye karar verirler. Ancak olayın acı tarafı evlendikten sonra Mona, İsrail işgalindeki Golan tepelerine bir daha geri dönemeyecek, ailesini, akrabalarını ve doğduğu toprakları tekrar göremeyecektir.


                                                             Suriyeli Gelin


                                Film karakterlerin tek kişilik ayrıntısına girmeden birbiriyle olan ilişkilerini yaşadıkları koşulları göstererek izleyiciyi senaryoya ve çevreye odaklamayı sağlayabilmiş   ve  yönetmen  Riklis,   Cyril Morin’in özgün  müziği ile konuyu başarılı bir şekilde harmanlamıştır . Film katıldığı festivallerden önemli ödüllerle dönerek başarısını kanıtlamıştır.



21 Ağustos 2011 Pazar

İKİ BERGMAN FİLMİ...

PERSONA

anladığımı düşünmüyor musun?

var olmayı boş yere hayal etmek. öyleymiş gibi görünmemek, gerçekten olmak. uyanık olduğun her an. tetikte. başkalarına karşı sen ile yalnızken ki sen arasındaki uçurum. baş dönmesi ve sürekli açlık, açığa vurulmak için. içinin görülmesi için... hatta parçalara ayrılmak ve belki de tümüyle yok edilmek için. sesin her tonu bir yalan, her davranış bir aldatmaca, her gülümseme aslında yüz ekşitme.


  
                              


            Bergman  farklı bir yönetmen.İnsanın derinliklerine inmeye çabalayan, karanlık taraflarına korkusuzca dalan, düşündüren bir yönetmen.Film zaten modern sinemayı etkileyen bir film..
           Filmin konusuna gelince bir hemşire, konuşmayı reddeden, herhangi bir psikolojik rahatsızlığı olmamasına rağmen çevresiyle iletişimi tamamen kesmiş bir aktristin bakımını üstleniyor. İkisi bir yazlıkta birlikte zaman geçirirken, birinin sessizliği nedeniyle açılan kışkırtıcı ve korkutucu kişilik çukuruna diğerinin (hemşirenin) karakteri düşüyor ve kendini en ince detayları ile açık etmeye başlıyor. Ve bir süre sonra hemşirenin kendi karakteri yok olup tamamen aktristin karakteri içinde eriyerek şekil değiştiriyor.


                               

...ama hareket etmeyi reddedebilirsin. konuşmayı reddedebilirsin. o zaman en azından yalan söylemezsin. böylece düşünceye dalıp, kendi içine kapanabilirsin. artık rol yapmaz, herhangi bir maske takmaz ve yalancı davranışlarda bulunmamış olursun. sen öyle sanırsın. ama gerçek inatçıdır. saklandığın yer su geçirmez değildir. yaşam dışardan sızar içeri. ve tepki vermek zorunda kalırsın. hiç kimse de bunun gerçek olup olmadığını, sen içten misin yoksa yapmacık mısın diye sormaz. bu soruların önemsendiği tek yer tiyatrodur. hatta orada bile fark etmez.

                            
                                             Persona


...seni anlıyorum, elisabet. kendini bırakmanı, hareketsiz kalmanı, hayali bir sistem içinde apatiye girmeni anlıyorum. seni anlıyorum ve seni takdir ediyorum. hevesin gecene, tüm ilgin bitinceye kadar bu rolü oynaman gerektiğini düşünüyorum.

o an geldiğinde diğer rollerini bıraktığın gibi,bunu da bırakırsın..."



YEDİNCİ  MÜHÜR

               Bu hafta  benim için Bergman filmlerini  seyretme haftam oldu.  Diğer  filmlerini de  seyretmeye devam ediyorum.  7. Mühür  1957 yılında Cannes'da  gösterilince  Bergman'ın  ünü daha da  arttı.  Film ,  14. yüzyıl ortalarında geçer. Şövalye Antonius Block ve silahtarı Jöns on yıl süren haçlı seferinden dönmektedirler. Yorgun ve bıkkındırlar. O  sıra  da   veba salgını vardır. O dönemde vebanın, tanrı'nın günahkar kullarını cezalandırmak için uyguladığı bir cezalandırma yöntemi olduğuna inanılırdı. bu sırada dış ses yuhanna incili'nin 10/7 babından şunları söyler: "ve kuzu 7. mührü açınca göğü bir sessizlik bürüdü. bu yarım saat kadar sürdü ve 7 melek ellerindeki 7 borazanı çalmaya hazırlandılar." 
             O  sıra  da  siyah pelerini içinde ölüm gelir. Antonius Block ona satranç oynamayı teklif eder. Çünkü zamana ihtiyacı vardır. Satranç sürdükçe ölüm canını almayacak, şövalye de kendisi için gerekli olan zamanı kazanmış olacaktır..

                                  

               İşte  film böyle  bir başlangıç yapıyor.  7. mühür’de Bergman, tanrı’yı arar, tanrı’nın varlığının işaretlerini görmek ister.  İnancı  sorgular, şövalye olarak  kanıt  ister.  Bir bölümünde  şöyle  der :

            ...insanın duyularıyla tanrı’yı kavraması o kadar imkansız mı? o neden yarım vaadlerin ve görünmeyen mucizelerin ardına saklansın? kendimize inancımız yoksa, başkasına nasıl inanç duyabiliriz? benim gibi inanmak isteyen, ama yapamayanlara ne olacak?... ya inanmayanlar, inanamayanlar?... içimdeki tanrı’yı neden öldüremiyorum? onu kalbimden atmak istememe rağmen neden alçaltıcı ve acı verici şekilde içimde yaşamaya devam ediyor? neden her şeye rağmen bu şaşırtıcı gerçeklikten kurtulamıyorum?
..ben bilgi istiyorum! inanç ya da varsayım değil, bilgi! tanrı’nın elini uzatıp kendini göstermesini ve benimle konuşmasını… karanlıkta ona sesleniyorum, ama sanki hiç kimse yok..
                                                   8-7. Mühür/ The Seventh Seal (1957, İsveç)





18 Ağustos 2011 Perşembe

KİTAPLIĞIM, LALE MÜLDÜR ve PORTAKALLI REVANİ

                               Evimin  en  sevdiğim  köşesi ,  kitaplığım..  Uzun  zamandır  kitap alıyorum , büyük bir mutlulukla  biriktiriyorum. Aslında  kitaplığım evliliğimin  ilk yıllarında siyahtı  , bu renkten sıkılınca  kendim çizip marangoza yaptırdım. Evime ilk gelenleri hemen yanına götürürüm,  kitaplara bakışından, ilgisinden  kitap kurdu olup olmadığını hemen anlarım. Ne yazık ki  şimdiye  kadar  bir kişiye rastladım bu özellikte..
                              Tamam ,  dolu kitabı  olup raflarda  sergileyen,  kimseye  vermeyen biri  değilim. Her isteyene veririm ama ikinci alışlarında kıstaslarım vardır:)  Aylarca  getirmeyene,  zarar  verene ikinci kez yok !   Ne yapayım bu da benim prensibim, aynı şekilde ben de böyle davranırım, aldığım kitap en fazla 1  hafta  kalır bende..
                              Kızım da  bu yıl  okumayı öğrendi ve o da  kitap okumayı  seviyor.  Kitaplığımın  fotoğraflarını  onunla  çektim..












                            Yeni  Lale Müldür'ün   Haller Leyla  adlı kitabını  bitirdim.  1999-2004 arasında yayımlanan insanın   kendisiyle ve  çevresiylesiyle kurduğu ilişkiye dair yorumlarının bulunduğu yazıları da yer alıyor.
Kitabın önsözünde; İlhan Berk, Perihan Mağden, Ahmet Güntan,  Balkan Naci İslimyeli, Enis Batur  gibi şair ve yazarların kaleme aldığı  Lale Müldür  portreleri de bulunmakta...

                            Lale Müldür’ün yazıları hakkında kendime sorduğum sorular. 

* Temiz kalmaya niyetli vicdanların nesi var?
                          Bilmem. Ama sana E. E. Cummings’in ilham aldığın o kelimesini hatırlatırım: mutsuzluksuzluk.
* Cummings’te bir de cehennemsiz cehennem deyimi vardı senin sevdiğin...
                         İyi hatırlattın. Bu, tarihin şişini almak oluyor, ben sevmem, şairce değil.
* Lale Müldür’de bir mutsuzluksuzluk arayışı yoktur mu diyorsun?
                       Tabii. Yok. O bir şair. Şairlerin düzyazı yazanlardan bir farkı var. Bizler eksiğimizi tamamladığını sandığımız her kimliğe öyle kolay kolay kapılanmayız. Yoksa o da bir Negrici kesilip küresel yurttaşlıkmıştır - dışarısı yokmuştur -küresel şenlikmiştir - bir cehennemsiz cehennem peşinde koşabilirdi. El üstünde de tutulurdu. Ama o hep sonumuzun geldiğini haber vererek deli diye anılmayı bile göze almıştır.
* Sana çok soran olmuştu: Bu yazılar Lale Müldür’ün kopartıp delirdiği noktadan mı çıkmıştır, yok
sa  araştırmacı bakan tarafıyla mı?
                     Bu sorunun cevabını kimse bulamaz. Bir gün gazetede okuduğunuz [ve size bağlantısız gelen] bir yazıyı şimdi bir de bu kitabın perspektifinden okuyun bakalım.
                                                                                                                               Ahmet Güntan


                        Lale  Müldür'ü  okurken  yemek   istediğim  revaniydi. Böyle bir şey oldu işte  ben de de  :)  Bir  kitap , bir kahve ,bir tatlı ...Güzel , hafif , portakallı bir  revani yaptım,  Haller Leyla'yı  aldım,  geçtim çam ağacımın  karşısına...Var mı böyle bir mutluluk !!












14 Ağustos 2011 Pazar

YEMEKLER VE YAZARLAR

        Hüseyin  Rahmi' yi  okudunuz mu hiç?  Bizim Emile  Zola 'mızdır  o..
        Müşkülpesent  bir  adamdı  Hüseyin Rahmi. Şimdi  Heybeliada'da  kaderine  terkedilmiş Köşkünün çizimlerini  bir zamanlar bizzat  üstlenmişti.
        Yemek  konusuna  gelirsek, özellikle  reçel  yapımında  ustalaşmıştı. Mürdüm eriği reçelini yardımsız yapar, ahududu ve  ayva reçelleri de ev de eksik olmazdı.
        Yazın her hafta yeğeni  Muzaffer Hanım ve en  sevdiği  dostlarıyla İstanbulun en sevdiği yerlerine  giderlerdi. Çırçır'a  ,Hünkar Suyuna, Su Bentlerine ve daha soraları keşfettiği  Şile'ye...Gittikleri yerler  değişebilir ama ne yeneceği  önceden  bilinirdi.  Çünkü Hüseyin Rahmi'nin mutlaka istediği yemekler  vardı. Biri  zeytinyağlı patlıcan dolması  sonra kaba köfte  ile haşlanmış tavuktu. İrmik helvası da olmazsa olmazlarındandı. Bu tatlı olmadan  yola çıkmazdı.

                                            huseyin-rahmi-gurpinar

                     Yaz  aylarında  böyle gezerken kış gelince de  İstanbulda zamanını  geçiren Hüseyin Rahmi  yakın arkadaşlarıyla   temizliğinden  emin olduğu lokantalarda masa hazırlatırdı.Artık  kış  yemekleri yenirdi buralarda.Tavuk  kızartması favorisiydi. Pilav ve komposto yenmeden masadan kalkılmazdı. Lokatadan çıkınca herkes dağılır ama o adaya dönmez, önce sinemaya giderdi.  Aşk filmlerine hiç itibar etmez, '' Bu yaşta aşkın filmi dahi çekilmiyor ''  derdi  yaındakilere..
                    Sıhhatine çok önem verirdi, evde kömür yerine odun yaktırır, evin ısısının 18 derecenin üzerine çıkmasına izin vermezdi. Yediklerine de çok dikkat ederdi. Gündüz sofrasını sevdiği yemeklerde donatan yazar, akşamları midesini  yormaz, yatmadan evvel yoğurt yemeyi yada biraz komposta içmeyi tercih ederdi.Yemek yerken su içmez, yakılarına da içirmezdi.
Heybeliadadaki köşkünün  sükuneti, nazikliği  sayısı  fazla olmayan  yakın dostlarıyla  oturduğu  sofrada  hissedilirdi.

                                                      Hüseyin Rahmi Gürpınar


                  Birgün  yolunuz Heybeliada'ya  düşerse,  şık giyimini  eldivenleri ve bastonuyla  bütünlüyen  bu zarif İstanbul beyefendisinin  gölgesini  çamlar arasında  görür  gibi  olur,  gülümseyen yüzüyle  hiç örtüşmeyen  hüzünlü  bakışlarının, zaman ötesinden  sizi  izlediği  duygusuna  kapılırsınız...


Tanımadığınız Meşhurlar,  Hikmet Feridun ES...
Ötüken yayınları

12 Ağustos 2011 Cuma

CAN YÜCEL

         Can  Baba'nın  bu  dünyadan  ayrılışı tam  on iki  yıl olmuş..Türkiyenin  en güzel  yerinde  dinleniyor şimdi.  Anlatımı  çoğu zaman yergici olsa da,  küfürün ağıza yakıştığı  en baba şair oydu.

                                            Üşüyormu deniz
                                            üstüne boşandıkça yağmur ?
                                            Ondan mı dersin
                                            tüylerin böyle ürperiyor  ?

                                            Bende gidersem bi gün bu biçim bi sağnakta
                                            Alı al moru mor bir sandal gibi acaba
                                            Yıllar sonra yılmayıp yine
                                            Çarpar mı yüreğim yurdumun sahillerine ?




                               Diyelim yağmura tutuldun bir gün
                               Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
                               Öbür yanda güneş kendi keyfinde
                               Ne de olsa yaz yağmuru
                               Pırıl pırıl düşüyor damlalar
                               Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
                               Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
                               İşte o evin kapısında bulacaksın beni

  
                      
                                        
                                        Diyelim için çekti bir sabah vakti
                                        Erkenceden denize gireyim dedin
                                        Kulaç attıkça sen
                                        Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
                                        Ege denizi bu efendi deniz
                                        Seslenmiyor
                                        Derken bi de dibe dalayım diyorsun
                                        İçine doğdu belki de
                                        İşte çil çil koşuşan balıklar
                                        Lapinalar gümüşler var ya
                                        Eylim eylim salınan yosunlar
                                        Onların arasında bulacaksın beni




          Fotoğraflar   geçen yıl  Datça  tatilinde  Can Babanın  izindeyken....

11 Ağustos 2011 Perşembe

BİR ADA...

                      Harita da  ada görmeyeyim. İçimdeki  dostluklar,sevgiler, bir  karıcalanmadır  başlayıverir.  Hemen  gözlerimin  içine  bakan bir  köpek, hemen,  az konuşan,  hareketleri ağır, elleri çabuk, abalar giymiş bir balıkçı,  yırtık bir  muşamba kokusuyla beraber  küpeşte tahtaları  kararmış  , boyası atmış ağır  ve  kaba sandal ,sandalın  peşini  bırakmayan bir kuş,  ağ , balık, pul, sahilde harikulade  güzel çocuklar,namuslu  kulubeler,  kırlangıç  ve  dülger balığı  haşlaması ,  kereviz  kokusu,  buğusu  tüten  kara  bir tencere,  ufukları  dar sisli  bir deniz...




...  Orada,  dört tarafı  suyla çevrili  yerde  insanların büyük,  sağlam  dostluklar, sağlam  adaleler,  namuslu  günler  ve  gecelerle  birbirlerine  sokulmalarını  ,  yardımlaşmalarını  buyuran  rüzgarlar, fırtıunalar,  deniz  canavarları,  kayaları  günlerce  haftalarca  döven  dalgalara  ancak  tabiatın    buyurduğu  şekilde  yaşanabileceğini  ;  sıkı  ve sağlam  adalelerin   çelimsizlere yardım için; keskin aklın  daha  kör,  daha  mülayim, daha  gürültüsüz  ve  yavaş akla;  hatta  akılsıza  arkadaşlık için  verildiğini;  çobanın  çorbasızlara  taksim edilmek için  mis  gibi  koktuğunu  öğreten,  belki de öğretmeden  öyle  iyi ,  öyle  mübarek anadan doğulduğunu  hayal  ettiren bir  düşünce  ile  haritalarda ki  maviliğin ortasında ,  kocman  kıtaların kenarında ki büyük denizlerin  bir  tarafına  kondurulmuş  adalara  bakar,  kurar   dururdum...
 

              Son  Kuşlar  /   S. F.  Abasıyanık

  

                        Çok  uzun bir  yolculuktu  bu.
                         Yıl  boyunca  ,  yalnız  sarp  kayaları 
                              ve  akarsuları  gördük.
                                  Hiç  insan  görmedik.
                                     Hiç  ağaç  görmedik.
                                         Yalnızca  köpekler.
                                            Geceleri  ise  yalnız çakallar.
                                                Sabah  olduğunda  sordum :  Buranın  insanları  nerdedir ?
                                                   Bilmiyoruz  dediler
                                                      Geleceğimizi  duyar  duymaz gitmiş olmalılar..

                                                                                          Do  Sesi  /   Ferit  EDGÜ


            fotoğraflar   Amasra  Gezimden...

9 Ağustos 2011 Salı

POE : Kısacık Bir Hayat

              Tatilim  başladı  ya,  doya  doya  kitap okuyorum, filmler  seyrediyorum.  House 'un  tüm sezonlarını  almıştım zaten, btirmeye  kararlıyım. :)
              Son  okuduğum  kitap ;   Poe, kısacık bir hayat...Edgar Allan POE,  zaman zaman okuduğum bir yazar. Asıl  sevdiğim yazarların, sanatçıların yaşantıları..Bu kitapta  yazar hakkında  bilgi  veren bir kitap.

            ''  26 Eylül 1849 akşamı Edgar Allan Poe, Doktor John Carter’ın Virginia eyaletinin Richmond şehrindeki muayenehanesine uğradı ve bir süredir devam eden ateşini düşürmek için bir ilaç aldı. Ardından yolun karşısına geçti ve oradaki bir handa akşam yemeğini yedi. Yanlışlıkla Doktor Carter’ın malakka kamışından kılıçlı bastonunu da yana almıştı.

                 Poe, Baltimore’a giden buharlı gemiye binecekti. Bazı işlerini halletmek için New York’a giderken ilk durağı orası olacaktı. Gemi yaklaşık yirmi beş saat sürecek yolculuğuna ertesi sabah dörtte başlayacaktı. Poe giderken arkadaşlarına neşeli ve ayık görünmüştü. Richmond’dan en fazla iki hafta uzak kalması bekleniyordu. Ama yanına bavulunu almayı unutmuştu. Poe’nun, altı gün sonra bir meyhanede ölmek üzereyken bulunmadan önceki en son görüntüsüydü bu. ''


              Kitap işte  bu iki paragrafla  açılışı  yapıyor. Okudukça  1800lerde  doğmuş, yetim kalmış,  yoksulluk içinde  hayatını  geçirmiş,  bunalım ve  çaresizlikten  kurtulamamış,  fazla alkol alma sonucu  hep  kaybetmiş birine   tanık  oluyoruz. Hayatının her  döneminde  beraberin de olan karamsarlığını,  depresyonunu  'kuzgun'  olarak  adlandırmış.. Böylesine kötü şartlarda  da olsa yılmadan yazmış, yazmış..4O  Yaşında  da  kendisine  yardım etmek isteyenlere  rağmen ölmüş olan bir yazar...

                                   

5 Ağustos 2011 Cuma

TATİLDEN İLK KARELER

             Başlığa  ilk  kareler  diye  yazınca anlamışsınızdır,  bu  postla  bitmeyecek  fotoğraflar..Tatil gibisi   yok,  dinlenme,  yapacak - düşünecek hiçbir işinin  olmaması,  istediğin  herşeyi yeme-içme,  bol  temiz hava,  eğlence,  bol uyku....
             Bu  yıl  Antalya  Belekteydik. Tatilimizin  tümünü  tek bir yerde kalarak  geçirmeyi  sevmiyoruz. İki  otelde kaldık, ikisi de çok güzeldi.  İlk  otel de fazla  çocuk olmayışı,  gürültünün de olmayışıydı. Çok  rahat  ettik. 





Otelin  havuzları  çok  temizdi  ve  oldukça  büyüktü.  Ben  denizi  tercih etmeme  rağmen  Pelin  havuz sever..







              Tüm tatil  boyunca  Pelinin yediği  patates  kızartması ve  pilavdı. 350  gün   Annesinin  müdehalesine   maruz kalan kızımı rahat  bıraktım :)









                               Çin  yemekleri  yemeden olmaz ...Bayılırımmm.......



Gece  eğlencelerinden  hiç eksik  kalmayan Pelin...





















2 Ağustos 2011 Salı

BAKIŞSIZ BİR KEDİ KARA

                     Yeni  bir  video  hazırladım.  Çektiğim  fotoğraflara  sevdiğim  müzikleri  ekleyip  sunmayı seviyorum.  Bu  videonun  adını  da  Bakışsız  Bir Kedi  Kara koydum.  Bu   Ece Ayhanın  güzel bir şiiri..

                     gelir dalgın bir cambaz.
                     geç saatlerin denizinden.
                     üfler lambayı.
                     uzanır ağladığım yanıma.
                     danyal yalvaç için.
                      aşağıda bir kör kadın.
                      hısım.
                      sayıklar bir dilde bilmediğim.
                      göğsünde ağır bir kelebek.
                      içinde kırık çekmeceler.
                      içer içki üzünç teyze tavanarasında.
                      işler gergef.
                      insancıl okullardan kovgun.
                      geçer sokaktan bakışsız bir kedi kara. ,
                      çuvalında yeni ölmüş bir çocuk.
                      kanatları sığmamış.
                      bağırır eskici dede.
                      bir korsan gemisi! girmiş körfeze


       Historia De Un Amor...Luz  Casal....videomun  müziği...Fotoğraflar  bizim buralarda sahilde  çekilmiştir.  Keyifle  izlersiniz  umarım...

                                                             

Cuma Geldi

                                   Evet cuma geldi, yorgunluk da geldi hatta günlerdir süren baş ağrılarım da geldi. Bu hafta oldukça olums...