30 Ocak 2011 Pazar

HAYALET KEK

                                 Tatildeyiz ya , iki gündür evdeyiz.Bütün gün aylaklık yapmakta zor işmiş canımm..Biraz kitap okuma,biraz kızıma kitap okutma ve özet çıkartma,biraz film seyretme,biraz koltuktan koltuğa yuvarlanma,battaniyeler,kuruyemişler,meyveler ortada, biraz blog dolaşma...

                               İşte tüm gün evde bunları yapmak,geç kalkmak , yetişecek birşeylerin olmaması çok güzel.Geç kalkmak diyorum ama kızım en geç 8 te yanımda.Bir daha da uyumuyor.Kızım sen git oyuncaklarınla oyna,  ben geleceğim diyorum ama ne fayda.Allah'tan bir çözüm buldu kızım , onu uyguluyoruz.O da  kitabını alıp okuması.Artık siz tahmin edin heceleye heceleye birisi kulağınızın dibinde kitap okuyor.Olsun buna da şükür.Sabah 6 ta kalktığım günleri düşünürsek.  

                             Neyse asıl konumuza dönelim.Bugün biraz hareket olsun dedik ve  kızımla hayalet kek   yaptık .Bildiğiniz kek  tarifi, modeller birzamanlar  biryerlerde görmüştüm,hatırlamıyorum.












29 Ocak 2011 Cumartesi

NARAYAMA TÜRKÜSÜ

                          Okulların tatili ile bütün gün aylaklık yapmaya  başladım. En güzel tarafı da bu gri günlerde evde oturup,kitap okumak,film seyretmek...Bugün seyrettiğim film  Narayama Türküsü..Shohei Imamura'nın 1983 Cannes Altın Palmiye en iyi yönetmen ödülünü aldığı  film..Kesinlikle  sizi dehşete düşürecek.Çünkü hikaye çok ağır ve bugünkü  insanlık  değerlerinden  çok  uzak.Film yönetmenin tercihiyle tam tarih vermese de 19 . y.y da  Japonya'nın dağ köylerinde geçmektedir.




Çok zor koşullarda yaşayan insanların,  bizim için olmazsa olmaz birçok değeri (vefa, şefkat vb.) rafa kaldırıp tüm çabalarını hayatta kalmak için sarfetmesi ele alınmış. Bu amaçla boğaz sayısını arttırdığı ve satılıp para kazandırmadığı için erkek çocuklar toprağa gömülüyor, yaşlılar artık verimli olamayacakları düşünülerek ölüme terk ediliyor. Bu durumun o insanlarca gayet doğal bir döngü gibi algılanıyor olması izleyenleri daha da dehşete düşürüyor. Gerçekten de yönetmen insanı bir hayvan gibi görmüş; çiftleşme, yemek bulma, sürüye ihanet edeni cezalandırma gibi güdüleri de buna göre anlatmış. Özellikle yemek çalan ailenin diri diri toprağa gömülmesi sahnesi buna dair korkunç bir ayrıntıydı.

Enteresan ve bir o kadar da güzel konunun yanı sıra makrovari böcek ve kurbağa sahneleri, insanların baykuşun arkasından çekilmesi vb. gibi görsel ayrıntılar da  çok ilginç.
Imdb puanı 7.8.Oldukça iyi yani.

27 Ocak 2011 Perşembe

SOĞUK AMA GÜNEŞLİ BİR KIŞ GÜNÜ

Bugün öğle saatlerinde kendimi attım sahile.Hava soğuk olmasına rağmen güneşli ve sakindi.Daha dün gece haberlerde kar Trakya'dan girdi deniyordu ama sanki bu haberler yanlıştı.Özellikle gökyüzünün rengini görünce tüm işimi gücümü bıraktım.Aldım elime makinamı...Bir kaç tane de fotoğraf çektim.İşte bazıları....





Gezerken aklıma Richard Bach'ın Martı isimli kitabı geldi.Kitap şöyle başlar :
 Martıların çoğu beslenmeleri için gerekli olandan fazlasını öğrenmezler. Kıyı ile besin arasında uçarlar. Onlar için uçuşun anlamı besine ulaşıp kıyıya dönmektir. Onların ereği uçuş değil yemektir. Ama bir martı için önemli olan yemek değil uçmaktır. "




Martı Jonathan sıradan bir martı değildi. Bir arayış ve uyanış içindeydi. Denenmemişi denemek ve öğrenmek isteğindeydi. Bir martının uçamayacağı hızları ve yükseklikleri denemek ve başarmak istiyordu. Her başarısızlığın neden ve niçinler ini arayarak, yeni yöntemler bulmayı kendine amaç edinmişti. Bu uyanış ve arayış martı sürüsünü olduğu kadar ailesini de rahatsız ediyordu.






Annesi, neden Jan neden diye sordu?

-Bu kadara zor mu diğerleri gibi olman? Yemiyor içmiyorsun, bak bir kemik bir tüy kaldın. Alçak uçuşu pelikanlara ve albatroslara bırak.



Jonathan şöyle karşılık veriyordu.

Bir kemik ve tüy kalmam önemli değil anne. Bir martı olarak havada ne
yapabilirim ne yapamam onu bilmek istiyorum. Hepsi bu kadar. Sadece bilmek istiyorum.




Jonathan bir akşam kumda dinlenirken en yaşlı martı Chiang'ın yanına yaklaştı.

-Chiang burası cennet değil değilmi? Diye sordu.

Yaşlı martı ay ışığında gülümsedi. Yine öğreniyorsun martı Jonathan dedi.

-Peki bundan sonra ne olacak? Nereye gidiyoruz? Cennet diye bir yer yok mu?

-Hayır Jonathan öyle bir yer yok. O NE BİR YER , NE DE BİR ZAMAN. CENNET, KENDİNDE KUSURSUZLUĞU BULMAKTIR.


 

26 Ocak 2011 Çarşamba

CANIMI SIKAN BİR FİLM

               Belki seyretmişinizdir ya da  benzerlerini çok seyrettik .  Birçokları gibi,  seyrettiğim bu film de, çok etkileyen, sarsan, moral bozan bir film. Bahsettiğim  Nazi zülmunu  anlatan  Sobibor'dan  Kaçış.  Jack Gold tarafından 1987 yılında yönetilen orijinal adı  Escape from Sobibor olan başrollerinde Rutger Hauer ,Alan Arkin , Joanna Pacula'nın  oynadığı 1990 yılında ülkemizde gösterilmiş olan  gerçek bir hikâye..

              Yaklaşık  10 yıl önce  TRT de yayınlanmış 3 bölümlük bir film  aynı  zamanda.. Film boyunca sarsıldım,üzüldüm, insanların  nasıl  böyle  kötü olabileceğini  düşündüm.

              Özellikle  aklımda  kalan  iki  sekans tekrar izlenmeye değer.. Filmin  bir bölümünde,  kamptan kaçan  oniki  yahudi  ormanda  yakalanıp, kurşuna dizilmek üzere meydana, diğer  yahudilerin  karşısına çıkarılıyordu. İdam gerçekleşmeden  bir  nazi  subayının  aklına parlak  bir fikir gelir. Bu oniki yahudi, diğerlerinin  arasından  kendileriyle  birlikte  ölüme  gidecek  birer  kişi seçeceklerdir, eğer seçmezlerse  subay  elli kişi seçecektir. Bu teklifi   kabul  etmek zorunda  kalan  mahkumların  kalabalığın  arasına dalıp tek tek seçim yapmaları, o anda gözümüze sokulan yüz ifadeleri ve oyunculuklar gerçekten etkileyiciydi.

               Bir diğer  sekans  ise kampa  geldiği  günden itibaren  çantasında bebeğini saklamak zorunda kalan bir annenin  son görüntülerinden oluşuyordu.  Bebeğinin ağlamasına engel olamadığı için yakalanıp subayın odasına götürülmüşlerdi. Anne ve bebek ağlıyordu, gerilim dolu bir sahnenin ardından kamera dış çekime geçti,   binanın dışını izlerken  iki el silah sesi duyuldu, birincisiyle  annenin  ikincisiyle  bebeğin  ağlaması kesilmişti.




                 Film  daha bir çok  ilginç ve dokunaklı sahnelerle dolu ; trenlerle toplama kampına gelen, şık kıyafetler içinde, her birinin elinde 2 - 3 bavul bulunan zengin  Hollandalıların nazi subaylarına "kalacağımız odalar nerede ? " diye soruşlarındaki saflık,  başrollerdeki iki mücevher işlemeci  kardeşin kendilerine ağlayarak sarılan annelerine "korkma anne, banyo yapacakmışsınız sadece" deyişleri,  hamam görünümlü gaz odalarından yükselen ölüm kokulu siyah duman,  savaş esiri rus subayın toplu firar için mahkumları yüreklendirmesi kolay kolay unutulacak gibi değildir.

23 Ocak 2011 Pazar

YAŞAMA UĞRAŞI

                 Bu hafta okuduğum iki kitap var.Kütüphanemde okumadığım kitaplar azaldı,almak isteyip not aldıklarım çoğaldı.Bu bile benim için mutluluk verici bir olay..Çünkü kitap almaya gitmek,orada saatlerimi geçirmek,bir sürü kitap almak  ,sonra da eve gelip kitapları birkaç gün sehpa da tutmak...İşte tüm bunlar çok keyifli durumlar..

                  Yeni okuduklarım içinde Yaşama Uğraşı var.Yazarı Cesare Pavese..Bu kitap aslında son kitabı,daha doğrusu güncesi. 40 yıl kadar yaşayıp uğraş verdiği yaşamdan bir otelde kendi isteği ile  ayrılmış. ''Kendimi yalnız bırakmamak icin butun gece aynanın karşısında oturdum" diyecek kadar yalnız bir adamdır.18 ağustos günü güncesine yazdığı son sözler şöyleydi:'' Tiksiniyorum bütün bunlardan.Sözler değil, eylem..artık yazmayacağım.

                   Cesare Pavese, birçok insanın aklından geçirip de dile getirmeye cesaret edemediği cümleleri yazmıştır günlüğünde. Okudukça, kadınlarla ilgili tespitleri bazen dehşete düşürür insanı. Bazıları da inanılmaz derecede doğrudur maalesef. Ne yapmışlardır, neden bu kadar acı çekmiştir çok fazla anlayamasanız da içinde yaşadığı nefreti birebir yansıtabilir size. Okurken yaşadığı karamsarlık size de geçer.Cesare 1935-1950 yılları arasında tuttuğu günlüklerle bir nevi son kitabını oluşturmuştur.Yaşama uğraşı   tüm hayata yayılmış bir intihar mektubudur sanki..



       “Bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda bir insan yıkıntısı ile karşılaşır ve onu kurtarmaya çalışır. Kimi zaman da başarır bu işi. Ama bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda akıllı, sağlıklı bir adam bulup onu bir yıkıntıya çevirir. Her zaman başarır bu işi.”

        Bu hüzünlü başlayıp acıklı bir hale dönüşen satırların yazarı, hemen her duyarlı erkek gibi ömrünü kadınları anlamaya, onlar tarafından sevilmeye adamıştır hayatını.Bazı çevreler tarafından kadın düşmanı gibi görülmüştür.Belki de rededildikçe daha umutsuzlaşmış,kırılmış,yaşamdam yavaş yavaş kendini çekmiştir gibi geliyor bana.


        Pavese de bunu dile getirir zaten:
       “Hayatın alaycı yasalarından biri de şudur: Sevilen kimse, veren değil, alan insandır. Sevilen kimse vermez, çünkü seven verir. Bu da anlaşılmayacak bir şey değildir; çünkü vermek almak kadar kolay unutulmayan bir zevktir; kendisine bir şey verdiğimiz insan bizim için gerekli, yani sevdiğimiz bir insan olur. Vermek bir tutku, neredeyse bir kusurdur. Kendisine bir şeyler verebileceğimiz bir insan olması gerekli.”


         Büyük ihtimalle beni bunalımının içine aldığı gibi sizi de etkileyecektir,moralinizi bozacaktır ama eğer bir kitap kurduysanız ve Tezer Özlü' yü de etkileyen bu yazarı tanımak istiyorsanız okuyun derim.


17 Ocak 2011 Pazartesi

Küçük bir kaçamak..ABANT

               Hafta sonu arkadaşlarla Abant' a  gittik.Cumartesi hava oldukça güzeldi.Aslında kar görmek,kartopu oynamak,kızakla kaymak gibi hayallerimiz vardı.Ne yazıkki  yolboyunca manzarada hiç kar yoktu. Yine de göl kenarında yürümek,iş stresini arkamızda bırakmak adına mutluyduk.Yanıma kızımı da almadım.Onun da kar sevincini yaşamasını isterim ama böyle günübirlik gezilerde ,  çocukların hemen ıslanması,bitmeyen istekleri, yol tutmasını düşününce hemen annemden randevu aldım.( çünkü Pelin'i tam gün bırakacaksam önceden haber veriyorum.) Kızımı ananesine bırakarak yola çıktık.Çok ilginç, yol boyu hiç kar yoktu.Ama Abant Milli Park kapısından girmemizle heryerin karlarla kaplı olduğunu gördük.
                İşte şimdi çektiğim fotoğraflar....















10 Ocak 2011 Pazartesi

AĞIR ÖLÜM


Ağır ağır ölür
Alışkanlığının kölesi olanlar
Her gün aynı yoldan yürüyenler,
Giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler
Tanımadıklarıyla konuşmayanlar,
Ağır ağır ölür
Tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar
Beyaz üzerinde siyahı tercih edenler,
Gözleri ışıldatan esnemeyi gülümsemeye çeviren
Ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği
Küt küt attıran bir demet duygu yerine
İ harfinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler
Ağır ağır ölür
İşlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da
Bu durumu tersine çevirmeyenler
Bir düşü gerçekleştirmek adına
Kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar
Hayatlarında bir kez bile
Mantıklı bir öğüdün dışına çıkmamış olanlar
Ağır ağır ölür
Yolculuğa çıkmayanlar
Okumayanlar,
Müzik dinlemeyenler,
Gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür
Özsaygısını ağır ağır yok ederler
Kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler
Ne kadar şanssız oldukları
Ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar
Daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler,
Bilmedikleri işler hakkında soru sormayanlar,
Bildikleri sorular hakkındaki soruları yanıtlamayanlar,
Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden
Anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak
Yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca ateşli bir sabır uğraştırır bizi
Muhteşem bir mutluluğun kapısına


Pablo Neruda (1904 - 1973)










FOTOĞRAFLAR  :  Buralarda çektiklerim...

9 Ocak 2011 Pazar

GÖÇMÜŞ KEDİLER BAHÇESİ

                     Bu hafta okuduğum kitaplardan biri Göçmüş Kediler Bahçesi..Yine Bilge Karasu.Eşsiz bir kaynak ,sınırsız bir hayalgücü,büyük bir zenginlik.Bize yeniden dilimizi öğretiyor gibi geliyor.Onu okurken birçok yeni kelime öğreniyorum çünkü.Ama bir o kadar da zor.
                     Okuduğum bu kitabına gelince..Bilge Karasu bu kitabında da insan -doğa ilişkisini ön planda tutarak insanın kendini anlama çabasına ,kendisine yabancılaşmasına ön ayak oluyor.İlk hikayelerden birinde adamın  kolunu yutan balık ile bu başlıyor.Korkusuz Kirpi ile insan kendini buluyor,Dehlize Giren Adamla kendini kaybediyor.
                     İçindeki her bir öykünün günün bir saatine tekabül ettiğini söylüyor Bilge Karasu. Yazar bu durumu kitabın son öyküsü Masalın da Yırtılıverdiği Yer de şöyle anlatır: "1968den 1969a geçerken masalların bir saat tablası oluştururcasına sıralanmasını tasarladım. Öğle vaktini aştığımızda art arda dizilmeğe başlayacak masallar, altıncı saati doldurunca, havanın kararmağa yüz tutmasıyla nitelik değiştirecekti.gitgide kararacaktı. ama geceyarısına ulaşıldığında yeni bir günün umudu sızabilirdi bu karanlığın içine."


                                          

              
                 İnsan soyuna soyuna deriye varır, onura, öz saygısına varır. Bunları yüzmek, koparıp atmak, güçtür ya, soyunmayı yürekten benimsemiş kişi, sırası geldiğinde, bu son adımı atmayı değer bellediğinde, ölmesini bilir.
                                                          Göçmüş Kediler Bahçesi / Bilge Karasu

5 Ocak 2011 Çarşamba

FACES

         Son iki günde izlediğim filmlerden biri Faces...130  dakikalık 1968 de yapılan bir  Cassavetes  filmi.  
Faces adını filme veren sanırım insanların sahte ,aldatıcı yüzleri, rol yapan mutsuz insanlar...Cassavetes güzel eşini filmde oynatmış,ilginç olan filmde sanki hiç rol yapılmıyor gibi olması.. 
         Faces yazısından sonra gördüğümüz her şey aslında filmin içindeki karakterlerin biz izleyiciler ile beraber izlediği bir film gibi.."Amerikalıyız ve bu filmde kendi yaşam tarzımızı deşifre ediyoruz tüm realitesiyle (kamera açıları,ışık oyunculuk,doğallık vs.)" durumu yaratılmak istenmiş sanki.
         Zoraki espri çabası, yapmacık gülüşler, samimiyetsizlik, iletişimsizlik  filmin senaryosunda ilk dikkati çekenlerden. 30 yaş üstüne hitap eden orta yaş filmi olarak bakmakta fayda var bu filme . Ya da sinema tarihinde  landmark bir amerikanın ilk bağımsız sinema örneklerinden biri olarak sinema severler tarafından izlenmesi farz olan bir film  gibi de görülebilir.


                                             Faces Poster 

         Diğer seyrettiğim film, adını hep duyduğum ama daha seyredememiş olduğum Arabistanlı Lawrence...Oldukça uzun süren ( yaklaşık 3,5 saat ) bu film 7 adet oskar almış  1962 yapımı David Lean imzalı ..Gelmiş geçmiş eniyi 100 filmden 7.sırada olup bu yaşıma kadar izlememek olmazdı.Gerçi klasik Türklere arkadan saldıran Arap ve bunun asıl mimarı Lawrence ' ı bilmeyen yok ama sıkılmadan da 3,5 saat seyrettim.Filmle ilgili yorumlara bakınca çoğu insanın siyasi olarak düşünüp sinematik gözle bakmadıklarını gördüm.
          Başka ilginç bir yönü de  fimin yönetmeni David Lean filmdeki arap aşiret reisi rollerinden birini Ayhan Işık'a götürür. Fakat Ayhan Işık kendisine teklif edilen rolün bir yan rol olmasını mazeret göstererek teklifi reddeder. Bunun  üzerine   Mısırdan  Amerikaya yeni gelmiş başka genç bir aktöre teklif edilir. Rol   Mısırlı genç aktör rolü kabul eder. Hollywood' a  bu ilk rolle giren   genç aktör gelecekte çok büyük bir şöhrete kavuşacak olan Ömer Şerif'tir.
 
                                      
                                                                                      

2 Ocak 2011 Pazar

İŞTE YENİYILDA BİZ !!!

Aslında biz iki  gün önce yeni yıla  girdik sayılır.Çünkü bu daveti çarşamba gecesi verdim.Arkadaşlarımla ayda bir geceleri özellikle çocuksuz buluşma düzenliyoruz.Bu öyle iyi geliyor ki bize diğer buluşma gecemizi iple çekiyoruz.Bu sefer  bende  gerçekleşen bu gece de  yeni yıla denk geldi. Ben de biraz yılbaşı konsepti olsun dedim.Masamı buna göre düzenlemeye çalıştım.İşte biraz da görseller...




GECENİN MENÜSÜ
Piliç Çevirme
Bakla Fava
Patates Salatası
Peynirli Börek
Fırında Makarna
Rus salatası
Zeytinyağlı Sarma




 

Cuma Geldi

                                   Evet cuma geldi, yorgunluk da geldi hatta günlerdir süren baş ağrılarım da geldi. Bu hafta oldukça olums...